17 Mart 2018 Cumartesi

Bir Çanakkale, Bir Akif Destanı

Gülşen Yılmaz
Çanakkale Savaşı’nın en çetin geçtiği dönemlere gidiyoruz şimdi… Mehmet Akif Ersoy, yakın arkadaşı Kuşçubaşı Eşref’le, Arabistan’dadır. el-Muazzama istasyonunda… Burada olmalarının sebebi Şerif Hüseyin’in isyanına karşı, Arapların Osmanlı’ya tekrar biat etmesini sağlamak amacıyla Teşkilatı Mahsusa tarafından görevlendirilmeleridir. Teşkilatı Mahsusa’yı bugün ki İstihbarat Teşkilatı gibi düşünebilirsiniz. Akif burada bir taraftan İngilizlerin bu topraklardaki oyununa son vermek için çaba sarf ederken, Araplarla diyalogları sürerken, diğer taraftan da aklı ve ruhu Çanakkale’dedir. Hiç bıkmadan her gün telgrafın başında cephelerden gelecek bir tane iyi haberi bekler. Lakin beklenen haber gelmez… gelmez… gelmez…
Tüm telgraflar keder getirir yalnızca… Bir Akif düşünün. Vatanına gerçek bir sevdayla bağlı… Osmanlı’nın yıkılışını kabul edemeyen bir Akif… Bazen düşünürüm bende, batının hayali kahramanlarına karşılık ne koca yürekli atalarımız var diye. Aslımız, neslimiz, geçmişimiz ve geleceğimiz öylesine hakiki kahramanlarla dolu ki onlar gibi hayali Herküller Süpermenler uydurup sonra bir de dönüp bu uydurduğumuz karakterlere hayran olmamıza gerek yok.  İşte bu gerçek kahramanlarımızdan biri olan Akif, her hüzünlü telgraftan sonra adeta dağılır ve gözyaşlarını tutamaz, o mehmetçiklerin yanında olmadığı için kendisine kızardı. Ümit korkuya dönüşse de sabırla beklemeleri ve edilen duaları tükenmezdi. Tüm bu kasvetli günlerin sonucunda 9 Ocak 1916 tarihinde Çanakkale’de mutlak bir zafer elde edilmiş, bu savaşa ne için katıldığını bile anlamayan düşman, iman dolu göğüslerin cansiperane mücadelesine dayanamamıştı. Kutlu zaferi vatanın her bir köşesine duyurmak için can atan Enver Paşa el-Muazzama istasyonuna da telgraf çekti. Akif’in o an kendinden geçercesine sevindiğini hayal etmişsinizdir değil mi? Zaten Kuşçubaşı Eşref’te bizim gibi düşünmüş olacak ki Mehmet Akif’in donup kalmasına şaşırmıştı. Evet Akif oracıkta bir müddet gözünü tavana dikip andan ve zamandan sıyrıldı adeta… Sonra çadırda bir ibrik görüp anında oracıkta abdest alıp çadırdan çıktı ve toprağın üzerinde namaza duruverdi. Saatlerce secdede ağlayan Akif içinden taşanlarla gelip çadıra masaya oturdu ve Çanakkale Şehitlerine Şiirini yazmaya başladı;
“Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki Dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi…”
Ben bu şiire şiir derken bile hicab duyuyorum. “Akif bu sözleri yazarken Tanrıdan ilham almış olmalı.” diyor bir düşünür. Bunu cümleyi abartılı bulanlar henüz Çanakkale Şehitlerine şiirini okumamıştır diye düşünüyorum. Asım’ın Neslini anlamamıştır. Bedir Savaşı’ndaki aslanların, Çanakkale Zaferi'ndeki aslanlara niçin benzetildiğini idrak edememiştir. Ya da Kâbe’yi Çanakkale’de şehit olanların başına taş olarak dikmenin kudretinin vücudunu zangır zangır titretmesine izin vermemiştir. Bu savaşı Müslümanların son umudu olarak gören Akif’in, “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi…” derken ki hıçkırıklarını duymamıştır yüreğinde… Ben yıllarca bu şiiri Akif’in Çanakkale Savaşı’nın içinde, savaşı görerek, o manzaralara şahit olarak yazdığını düşünürdüm. Fakat Akif Çanakkale’den kilometrelerce uzakta Arabistan’da yazdı şiirini… Çanakkale’yi hiç görmeden o anları birebir tasvir etti… İşte demin söylediğim o düşünürün “Tanrı’dan ilham almış olmalı” demesinin sebebini de bunu öğrenince anladım. Yazımın sonunda Çanakkale Şehitleri’ne yer vermek istiyorum. Fakat bu sefer okurken bütün bu yazdıklarımı düşünerek okumanızı istiyorum. Eminim bazı yerlerde durup ne demek istediğimi anlayacaksınız…
  
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı! "
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.  
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da,  
Ostralya'yla berâber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel'undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a'mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal'â mı göğsündeki kat kat îman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te'sis-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki'-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun'-i beşer; 
Bu göğüslerse Hudâ'nın ebedî serhaddi; 
"O benim sun'-i bedî'im, onu çiğnetme" dedi.
Âsım'ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i...
Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb.
"Bu, taşındır" diyerek Kâ'be'yi diksem başına; 
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ'yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebriz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâm'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.