23 Şubat 2017 Perşembe

Ahıska’dan Esen Yeller...

Azad DADAYEV

TİKA (Başbakanlık Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı), TÜRKMEK (Uluslararası Mesleki ve Teknik Eğitim Projesi), İTO (İstanbul Ticaret Odası), AHEDER (Ahıskalı Eğitimciler Derneği) ve İGEDER’in (İstanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği) işbirliğiyle gerçekleştirilen “ULUSLARARASI AHISKALI EĞİTİMCİLER BULUŞMASI (02-27 Ocak 2017)” programı kapsamında İstanbul’u teşrif eden eğitimcilerimizin yaklaşık bir aylık programlarının “İSTANBUL AYAĞI” 26 Ocak 2017 itibariyle sona erdiğini daha önce söylemiştik.
Mezkûr programın ikinci ayağı olan beş günlük “ANAVATAN AHISKA” programı ise 27 Ocak’da başladı ve 31 Ocak 2017’de son buldu.


Asıl amaç “GÖNÜL KÖPRÜLERİ KURMAK,” olmakla beraber öğretmenlerimiz İstanbul’da yaklaşık bir ay boyunca “MESLEKİ EĞİTİM” aldılar, her tarafı tarih kokan şehr-i İstanbul’un tarihi mekânlarını, bazı resmi kurum ve kuruluşları ziyaret ettiler.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Program, İstanbul ve Ahıska (İstanbul Kilidi) olmak üzere iki bölümden oluşmaktaydı. Dolayısıyla İstanbul ayağı tamamen seminer ve mesleki dersler, anavatan Ahıska ayağı ise tamamen tarihi mekânları geziden ibaretti. Karlı ve kârlı bir hava’da aynen İstanbul gibi her tarafı tarih kokan “LİVÂ-YI AHISKA”da da kelimenin tam anlamıyla “AÇIK HAVA TARİH DERSİ”ndeyik. Ahıska’da ki rehberimiz Zanavli Bayram KOÇALİYEV kardeşimizin facebook “Ahıska Türkleri” sayfasından (grup) canlı yayımı ise programa başka bir renk katmıştı. Orada olduğumuz zaman zarfında Dünya’ya açılan penceremiz oldu âdeta. Programın canlılığına farklı bir canlılık kattı.
Evet, 26 Ocak 2017 gecesi  proje koordinatörü Yahya KEMAOĞLU hocamız, 21 öğretmen ve bendeniz olmakla “İSTANBUL’DAN ‘İSTANBUL’UN KİLİDİ’NE DOĞRU” yol aldık. Hayâlî Ahıska’dan  reali Ahıska’ya doğru yol almıştık. Ahıskaya ilk giden hocalarımızın heyecanı gözlerinden okunuyordu. Çocuk gibi sevinmenin haklı heyecanını yaşıyorlardı. Çünkü hocalarımızın çoğu hiç görmemişti Ahıskayı. Oraları nine ve dedelerinin anlattıklarından sevmiş ve hayallerimizde bir Ahıska şeması oluşturmuşlardı. Gözler nemli ve ufukta herkes şu soruyu cevaplamaya çalışıyordu âdeta: “ACABA HAYALLERİMİZDE Kİ AHISKA İLE GÖRECEĞİMİZ AHISKA NE KADAR ÖRTÜŞECEKTİ?” Bu duygu ve düşünceler zihnimizi tırmalarken arka taraftan “SEFER DÜŞTÜ GÜRGİSTAN’A” diye bir ses yükseldi. Bu ses bendenizi daha derin duygulara garketti ve gönlümden şu mısralar süzüldü:
SEFER DÜŞTÜ GÜRCİSTAN’A,
AHISKA HEM ANAVATANA...
AHISKA Kİ; İSTANBUL KİLİDİ,
ÖYLE DER HEM ZEKİ VELÎDÎ... (Yani, Türk Tarihçi ve Türkolog, Zeki Velidî TOGAN [1890 - 1970])
Bugün her ne kadar hakkıyla tanınmasa da, hem “İSTANBUL KİLİDİ” hem de “ANADOLU’NUN EŞİĞİ” Ahıska öyle bir yer işte. Ahıska Devlet-i Âliye’den ayrılınca dönemin şairi halkını “GÖNÜL EHLİ  (EHL-İ DÎL)” diye telakkî ederek şöyle dememiş miydi?:
“AHISKA GÜL İDİ GİTTİ,
BİR EHL-İ DÎL İDİ GİTTİ…
SÖYLEYİN SULTAN MAHMUD’A,
İSTANBUL KİLİDİ GİTTİ.”
Bu, bendenizin ilk Ahıska ziyareti değildi. Daha önceleri de Bölge’de bulunduğumuz için bu yazımızın giriş kısmını biraz da mukayeseli şekilde kaleme almak istiyoruz.
İlk ziyaretimiz 25 Kasım 2009 Kurban bayramı arifesinde olmuştu. Ahıska’ya “Posof Türk Gözü Sınır Kapısı”ndan girmiş ve sınırda dört saat bekletilmiştik (Geniş bilgi için bkz: http://www.ajansahiska.com/makale/65-yil-sonra-ahiskada-kurban-bayrami_m10.html).
İkinci ziyaretimiz de ise 27 Kasım 2015’de “Ahıskalı Gençler Birliği”yle aynı güzergâhı takip etmiş, bu sefer beş saat sınırda bekletildikten sonra “yalnız yarın geçebilirsiniz vaadiyle” o geceyi Posof’da geçirmek mecburiyetinde kalmıştık (Geniş bilgi için bkz: http://www.turkata.com/2016/01/ahiskaya-uzanan-dostluk-koprusu.html).
Üçüncü ziyaretimiz ise 03-10 Mayıs 2016 tarihleri arasında Kırgızistan’dan gelen yaklaşık 40 kişilik Ahıskalı amca ve dedelerle birlikte olmuştu vatan Ahıska’ya. Bu ziyaretimiz uçakla Tiflis üzerinden gerçekleştiği için her hangi bir problemde söz konusu değildi. Bu ziyaretimiz esnasında da Ahıska’ya ilk gelen amca ve dedelerimiz vardı. Özellikle de “Sürgünün Canlı Şahidi” olan, o acı hatıraları bu günkü gibi hatırlayan, şuan ise Kırgızistan’da meskûn dedelerimizin anıları dinlenmeye değerdi. Bu ziyaretimizin de bir kısmı “youtube video paylaşım sitesi”nde faydalı olur düşüncesiyle yayımlanmıştır. (https://www.youtube.com/watch?v=bU8X2OTMekQ).
Bu kısa ayrıntıdan sonra yeniden asıl konumuza dönecek olursak, mezkûr Ahıska ziyaretimiz de yine uçakla Tiflis üzerinden oldu. İki saat 50 dakikalık uçuştan sonra 27 Ocak sabaha karşı Tiflis havaalanındaydık. Havaalanında bizleri “Gürcistan Ahıskalı Öğrenciler Sorumlusu” Halil SARVAROV kardeşimiz karşılayarak kalacağımız yerlere yerleştirdi. Kendisi Azerbaycan’dan gitmiş Tiflis Devlet Üniversitesi”nde “Hukuk Eğitimi” görmekteydi.
27 Ocak 2017 Cuma günü 1811 yapımı, iki mihraplı “Tiflis Cuma Mescidi ve Nari Kala” başta olmakla Tiflis’in bazı tarihi mekanlarını ziyaret ettik. Daha önceleri iki ayrı Mescit olan “Tiflis Cuma Mescidi,” birleştirilerek tek Camii haline getirilmiş. Tarihî Mescid 1860’larda ise meşhur Azerbaycanlı iş adamı ve hayır sever “Hacı Zeynelabidin TAĞIYEV (1821-1924)” tarafından restore edilerek bugünkü halini almış. Akşam üzere ise Kafkasya’daki ilk yükseköğrenim kurumu olarak bilinen “İvane Javakhishvili Tiflis Devlet Üniversitesi”nde “Üniversite Tarihi,  Faaliyetleri ve Talebe Kabulu” ile ilgili bize özel hazırlanmış seminere katıldık. Çogunluk Rusça bildiği için seminerlerin sunumu da Rusça olarak yapıldı.
Akşam yemeğini yedikten sonra Tiflis’ten Ahıska’ya doğru yol aldık. Yaklaşık üç buçuk saat sonra geçe geç saatlerde Ahıska’ya sâlimen vardık. Ahıska kalesinin gece manzarası âdeta büyülemişti bizleri. İhtişâm dolu kaleyi ilk gören gözler “yarın erken açılsa da bir an evvel gidip görsek” dercesine ufka bakıyordu.
Ahıska’da daha önce de kaldığımız “white house” isimli bir otele yerleştik. Yarın ilk işimiz Ahıska Kalesini ziyayet olacaktı. Ahıska’ya muhteşem bir hava hâkimdi. Dağları, taşları her tarafı kara bürünmüş, bembeyaz gelinlik gibi âdeta gülümsüyordu bizlere. Merhum Ninemden duyduğum “Ahıska Hatıraları” canlandı zihnimde. Ahıska (Kavkaz) kışından da hep övgüyle bahsederdi ninem. Özellikle de “her ne  kadar sıçaklık sıfırın altına düşse de hiç soğuğu hissetmediklerini” de ilave ederdi. Orijinal şekliyle ifade edecek olursak: “Ahıska’nın kışı sertti ama bizi  hiç kesmezdi (ısırmazdı, dişlemezdi) oğul!” derdi. Daha sonra Ahıska’nın Coğrafi Koşulları” hakkında bilgi edinirken Ninemi doğrular mahiyette şu cümlelere de rastlayacaktık: “Ahıska Bölgesinin altı ay süren kar yağışı ve -20 dereceye varan sıcaklığıyla ifade edilebilecek olan sert iklimi, bölgenin, ‘Gürcistan Sibirya’sı’ olarak tanınmasına yol açmıştır.” İklimi sert ama insanları sıcaktı (ehl-i dîl idi) elbet.
27 Ocak 2017 Cumartesi günü ikiye kadar yavaş-yavaş, ağır-ağır “Ahıska (Rabat) Kalesi, Ahmediye Camii ve Külliyesini” ziyaret ettik. Nice savaşlara şahitlik etmiş bu muhteşem “Kale, Ahmediye Camii ve Külliye” karlı bir günde de gerçekten görülmeye değerdi. O savaşlardan bir tanesini ve Ahıskalıların kahramanlıklarını John F. BADDELEY, Rusların Kafkasya’yı İstilası ve Şeyh Şamil” isimli eserinde şöyle tasvir etmektedir: “Kendi mahallî liderleri tarafından yönetilen Ahıskalılar, çok savaşçı ve korkusuz, enerjik insanlar olarak ün salmışlardır. Rus kuvvetleri, Ahıska’yı kuşatmaya başladılar. Bu insanlar, Ruslara gülerek kendilerine olan güvenlerini şu şekilde açığa vuruyorlardı: ‘Siz gökyüzündeki ay’ı Ahıska’nın camisindeki hilâlden çok daha kolaylıkla sökebilirsiniz!’ Genç ihtiyar şehir halkı büyük bir cesaretle savaştılar.”
Kalenin giriş kısmında eğitimcilerimize gezeceğimiz yerlerle ilgili kısaca bilgi verildikten sonra ziyarete başladık. Stratejik bir mevkide bulunan “Ahıska Bölgesi’nin, Hırtız ve Azgur Kaleleri” gibi önemli kalelerinden birisiydi kal’a-yı Ahıska. Tarihçilerin de teyit ettiği gibi; “Ahıska, stratejik ve ticari konumda olup Osmanlı yolunu Kafkaslara ve Orta Asya’ya” açmaktaydı. Nitekim önemi dillere destan Ahıska’yı, XVII. Yüzyıl meşhur seyyahı Evliya ÇELEBİ; “Taş bir kale, kale içinde 1100 kadar toprak ev, pek çok cami, hamam, medrese ve han” diye tasvir ediyordu. Mimari eserler arasında ise; AHMEDİYE CAMİİ, MEDRESE ve SEBİLİ BİR KÜLLİYE”yi saymaktaydı ünlü Seyyah. Nemli ve bir o kadarda heyecanlı gözlerle etrafı süzüyor, tarihin derinliklerinde yüzüyorduk âdeta...
Ahıska Kalesi’nin “Ahmediye Camii” olan kısmına biletle girdik. Merdivenleri yukarı çıkarak sağ taraftan ilerlemeye devam ettik. Tarihi Camiye yaklaştıkça heyecanımızda giderek artmaktaydı. Hemen herkes fotoğraf makinelerine sarılmış o tarihi yerleri resmediyordu. Sağ taraftan kale dibiyle ilerlerken eğitimcilerimizin özellikle görmesini istediğimiz, bizlere bir şeyler haykıran “Mezar Taşları Kitabeleri”ne de uğradık. Daha önceleri Camii civarında olan bu mahzun kitabeler muhtemeldir ki, restore sonrası kale duvarlarının dibine nakledilmişti. Okumaya çalıştık ama maalesef birçoğunun tarih kısmı ya bozulmuş ya da kırılmıştı. Kasıt var mı bilemeyiz ama kırık dökük de olsa hâlâ muhafaza edilmesi sevindirdi bizleri. Bir tanesini okuyacak okursak üzerinde şöyle yazıyordu: “El-Merhum, el-Mağfur İla Rahmeti Rabbih’il-Ğafûr. Ferhat bin Raşid ruhu üçün Fâtiha. Hicri 1332 / Miladi 1908.” Soldan ilerleyerek Tarihi Müze ve Ahmediye Camiine doğru yol aldık.
Önce Ahmediye Camii’nin kıble yönünde yer alan “İvane Javakhishvili Tarihi ve Arkeoloji Müzesi”ni ziyaret ettik. İçerisinde arkeolojik kazı esnasında çıkarılmış Bölgeyle ilgili bazı tarihi objeler yer almaktaydı. Resim çekimine izin olmadığı için her hangi bir görüntü alamadık.
Müze sonrası sabırsızlıkla beklediğimiz Ahmediye Camii ziyaretine yöneldik. Camii içerisinde girdiğimizde ise Tarihi Camiiyle ilgili bilgilerimizi hocalarımızla yerinde paylaştık. Şöyle ki; Türk mimarlık şaheserlerinden birini teşkil etmekte olan AHMEDİYE CAMİİ, Ahıska Atabekleri’nden HACI AHMET PAŞA tarafından 1749’da Ahıskalı ustalara “İSTANBUL SELÂTİN CAMİLERİ” emsal teşkil edilerek yaptırılmıştı. 1828 Ahıska felâketi sonrası Ruslar tarafından, Camii’nin “Minaresi” sökerek kiliseye çevrilmiş, içindeki kütüphanede bulunan ARAP, TÜRK ve FARS dillerinde çeşitli ilmi eserlerin tamamı “Sankt-Petersburg Doğu Elyazmaları”na nakledilmişti. Azerbaycanlı şair ve mütefekkir A. Ağa BAKIHANOV bu eserlerin sayısını liste şeklinde 148 olarak verse de, kanaatimizce daha fazladır. Çünkü ecdâd’dan edindiğimiz şifahi bilgide ise birkaç deve dolusu kervan denilmektedir. 14 Kasım 1944 Ahıska Sürgünü sonrası ise camii maalesef müzeye çevrilmiştir. Hâlen de müze işlevini devam ettirmektedir.
Ahmediye Camii daha sonra Gürcistan yönetimi tarafından restore edilmiş 16 Ağustos 2012’de dönemin Cumhurbaşkanı Mikhail SAAKAŞVİLİ’nin; Akhaltsikhe/Ahıska Gürcistan’ın en önemli tarihî ve turistik merkezi olacaktır. Çünkü burası Avrupa’nın en iyi yerlerinden biridir” ifadeleriyle görkemli bir şölenle açılmıştı ama ne yazık ki, tarihi Camii yine minaresiz görünümüyle ziyaretçilerini karşılayacaktı.
 Yeri gelmişken şunu da özellikle hatırlatmak isteriz ki; tarihi eserler bir milletin “mührüdür” aynı zamanda. Tarih sahnesinden geçerken “Mezar Taşları”yla, “Camii” ve “Kitabeleri”yle İZ BIRAKAN” bir toplum, kolay-kolay unutulamaz, unutturulamaz. Bunun içinde bir milletin kültürünü yansıdan eserlere saygı duyulmalı, yok edilmemelidir düşüncesindeyiz.
Ahmediye Camii’nin sağ tarafında yer alan ve nice ilim adamlarının yetişmesine vesile olan “Ahmediye Külliyesi”nin tüm odalarını teker-teker dolaştık. Hücreleri dolaşırken birçok ulemayla birlikte “Şehrî Efendiyi” de rahmetle yâd ettik. Şair’in:
“MUHE ZİYNETLİDİR, İLİM DURAĞI,
DEVLET BULDU YAKİN İLE IRAĞI…
EFENDİ HAZRETİM DİNİN ÇIRAĞI,
DESTİNİ BÛS EDİP (ELİNİ ÖPÜP) VAREM KEHVAN’A.” diye ifade ettiği “Muheli Şehrî Efendiyi.” Yani İstanbul’u Ahıska’ya taşıyan Şehrî Efendi…
Halk arasında kendisiyle ilgili şöyle bir menkıbe dolaşmaktadır: “Ahıska’dan birisi eğitim için İstanbul’a gider ve bir Medreseye kaydolmak ister. Orada sorarlar kendisine nereden geldin diye? İlim âşığı zât Ahıska’dan deyince huzurda var olan hocalar adeta donup kalır. Tabii Ahıska deyince bugünkü gibi “Alaska” anlaşılmıyor. İlmin merkezi Ahıska anlaşılıyordu elbet. İlim talep için giden şahıs meraklı gözlerle ne olup bittiğini öğrenmeye çalışırken, Medrese hocalarından birisi bu sessizliği bozar ve mânâ yüklü cümleyle tâlib-i ilmi geri göndererek böylece ilk dersini de vermiş olur:
-  ‘Sen bilmez misin ki ‘Muheli Şehrî Efendi’ İstanbul’u Ahıska’ya götürdü evlat.’ Bir hocamızın da ifadesiyle “Sâlimen (sağ-salim) gelen bu zat, kısa süre içerisinde gânimen (bilgi yüklü) geri döner.”(NOT: Şehrî Efendinin oğlu Ahmet Efendi Stalin Dönemi Sovyet Rejiminden gınâ gelerek Türkiye’ye yerleşiyor (sığınıyor) ve Kars İli Susuzluk İlçesinde bir süre imamlık yapıyor. Ahmet Efendinin iki oğlu, iki kızı şu anda İstanbul’da yaşamaktadırlar. [Bkz: http://www.ahiska.org.tr/?p=377]). Ama ne yazık ki Külliyenin bu hücreleri Çar Rusya’sı döneminde bir müddet hapishane olarak kullanılmıştır.
Daha sonra Ahıska Kalesinin tam uç kulesine çıktık. Oradan hem Ahıska Şehrini, hem Ahmediye Camiini, hem Kalenin tamamını kuş bakışı seyrettik. Bu ihtişam karşısında heyecanlanan hocalarımızın ricası üzerine Bayram KOÇALİYEV kardeşimizde olurunu alarak “koro şeklinde” şu meşhur şiiri terennüm ettik:
“AHISKA KALESİ YÜKSEKTEN BAKAR,
KÜR NEHRİ AHISKAM SİNENDEN AKAR.
SENİN GARİPLİĞİN İÇİMİ YAKAR…
DAMARLARIMDA AKAN KANIMSIN BENİM,
AHISKAM, AHISKAM, AHISKAM BENİM…”
Böylece bu âb-ı hava içerisinde “Ahıska Kalesi Ziyareti”mizi sonlandırdık. Kaleden koşar adımlarla inen hocalarımızın sevinci görülmeye değerdi.
Öğle yemeği sonrası ise Ahıskalı Türklerin Trenlerle Sürgün edildiği “Tavarni Bölgesi”ne gittik. Orada da duygu dolu anlar yaşandı. Hocalarımızın hüznü gözlerinden okunuyordu. Tavarni Bölgesinin hüzünlü tarihinden bahsettik. Zaman tüneliyle 1944’de giderek soğuk bir havada sürgün edilen ecdadımızın duygularını karlı havada yaşamaya çalıştık. Dönüşte Ahıska’da eğitim gören arkadaşlarla buluştuk. “Samtskhe-Javakheti (Ahıska) Devlet Üniversitesi”nde YTB (Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı) destekli 57 öğrencimiz farklı alanlarda eğitim aldığını öğrendik. Sekiz öğrencimiz ise Tiflis’te eğitim görmektedir. Böylece ilk günü nihayete erdirdik.
Günün akşamı 19.00 - 21.00 arası ise Samtskhe-Javakheti (Ahıska) Devlet Üniversitesi” Rektörü Merab BERİDZE’yle kendi odasında Üniversite Gazetesi ve Yerel Gazete için röportaj gerçekleştirdik. Proje sorumlusu Yahya KEMALOĞLU kardeşimiz olduğu için sorular daha çok ona yöneltiliyordu. Merab BERİDZE Ahıska ziyaretine gelen öğretmen kadrosundan memnuniyetini dile getirdi. Hatta “siz bizi, bizlerde sizi daha iyi tanıyoruz” diye de bir ibare kullandı. Dolayısıyla “Vatana Dönüşü” bir araya gelirsek bizler çözeriz demeye getiriyordu sözü. Çünkü bizler nasıl olsa aynı coğrafyanın insanlarıydık.
Sonrasında ise Sn. BERİDZE “bizim Meshi olduğumuzu, Müslüman Gürcüler olduğumuzu, hatta lidersizlik yüzünden sürgüne maruz kaldığımızı” söyledi. Bunlar kulağa hoş gelen laflardı ama gel bakalım ki tarihi veriler doğrular mı? Elbette ki hayır… “Göz yummakla aydınlığın yok olmayacağını” kendisi de biliyordu. Bizler ise kendisine yeteri cevaplar vermekle beraber daha çok dostluk üzerinde durduk.
Netice itibariyle röportaj sonrası şunu bir daha anladık ki “her bir Ahıskalı kendi köyü ve Ahıska Bölgesi hakkında” yeterince donanıma sahip olmalıdır. Bu elzemdir. Hatta bunu kendisine vazife edinmeli. Daha da ileri gidecek olursak ecdâdından duyduklarını kesinlikle unutmamalı (ki, unutmaz da), yazıya geçirerek gelecek nesle de intikâl etmesini sağlamalıdır.
Ve böylece bu duygularla “Beş Günlün Tiflis ve Ahıska Ziyareti”mizin Ahıska ayağının ilk gününü geride bırakmıştık. Diğer iki günü de özetler mahiyette devam edecek olursak; daha önce de ifade ettiğimiz gibi Ahıska’ya ayak basar basmaz ilk ziyaretimiz “Ahıska Kalesi, Ahmediye Camii ve Külliyesi” olmuştu. İkinci gün (29 Ocak 2017) ise gün boyu tamamen “Ahıska Köylerini” dolaştık. Taksi ve Gazellerle (Rus araç markası) eğitimci hocalarımız hangi köydense o köylere gidi ve o gün sırasıyla şu köyler ziyaret edildi: “Zarzma, Lâşe, Plate, Zanav, Bolacur, Sabzara, Entel, Varhan, Hokam, Çaral, Agara, Z(s)ire, Oşora, Lebis, Hırtız, An, Ahaşen, Aspinza.”
Mezkûr köyleri ziyaret etmek üzere üç grup halinde yola koyulduk. Bizim olduğumuz grup şu dokuz köyü ziyaret edecektik. Şöyle ki; “ehl-i irfân” olan Zarzma ile başladık sırasıyla Lâşe, Plate, Zanav, Bolacur, Sabzara, Entel, Varhan derken son durağımız olan Abastubanlı Molla Yusuf’u ziyaretle günümüzü nihayete erdirdik. Gittiğimiz her köyde çok güzel karşılandık. Zaman-zaman duygulu anlar da yaşadık. Karlı bir havada Ahıska’nın o güzelim dağlarını görmek, araba çıkamadığı için de bazı dağ köylerine yürüyerek çıkmak ziyaretimize başka bir güzellik kattı.
Evet, biraz daha etraflı bilgiyle devam edecek olursak, ilk olarak Ahıska’nın Zarzma köyüyle ziyaretimize “bismillah” dedik. Zarzma Köyü merkeze nazaran biraz daha yükseklikte yer alan bir köydü. Kar yağışı eşliğinde, karlı dağları aşarak köy merkezine yaklaştığımızda kalabalıkla karşılaştık. Acaba bizim için mi toplandılar derken, daha sonra öğrendik ki günlerden Pazar olması hasebiyle meşhur Zarzma Kilisesine âyine gelmişlerdi. Biz de merakımızı giderme adına Zarzma Kilisesinde âyine katıldık. Âyin esnasında koro olarak söylenen kısımlarda ses uyumu muhteşemdi. İçimden, “keşke bu sesle birde Kur’an okusalar ve ilahi söyleselerdi” geçiremeden de edemedik elbet.
Daha sonra Lâşe Köyünü geçerek ikinci durağımız olan Plate’ye, yani ehl-i irfândan ehl-i namaza doğru yol aldık. Büyük Sürgün sonrası Ahıska’nın birçok Köyüne şiirler dizen şair, bu üç köyü de özetler mahiyette şöyle terennüm eder: 
“PLATELİLER NAMAZINI KILANDUR,
LÂŞELİLER ŞERİATDAN BİLENDÜR…
ZARZMALİLER GÖZYAŞINI SİLENDÜR,
ONLAR DA MAHSUSTUR EHL-İ İRFANA…”
Ehl-i namaz olan Plate’ye yaklaştıkça Köylerini ilk kez görecek olan hocaların sevinçleri gözlerinden okunuyordu. Plate de muhteşem manzaraya hâiz, yine diğer köyler gibi merkeze nispette daha yüksekte, dağlara nâzır bir köy. Kar nedeniyle arabamız köye kadar çıkamadığı için yolumuzun yaklaşık bir km. bölümünü yürüyerek gittik. Köyün merkezinden aşağı doğru baktığımızda diğer köyler avucumuzun içinde gibi duruyordu. Köylülerle sohbet etme imkânımız olmadı. Dolayısıyla etrafı bol resmederek, resim çektirerek köyden ayrıldık. Bir sonra ki durağımız bizim ata-baba köyümüz olan Zanav.
Zanav da Ahıska’nın Adigön kazasına bağlı birçok sülalenin yaşamış olduğu tarihi bir köydür. Dolayısıyla köye giderken Adigön merkezden geçerek yukarı Zanav’a doğru yol aldık. Altunkale/Adigön’ün merkezi bir yer olduğunu da şâir şöyle dillendirir:
“ADİGÖN’DE OTURUR PAŞAZÂDELER,
ÇALGILAR ÇALINIR, TÜRLÜ SEDALAR,
HİZMETDE DOLANIR VERİR BÂDELER,
AKLINIZI ALDIRIP OLMAN DİVÂNE…”
Köyümüz Zanav hakkında daha önce bilgi verdiğimiz için bu bahsi ilave bilgilerle kısa geçeceğiz. (Bkz: http://www.ajansahiska.com/makale/tarih-koyumuz-ve-sulalemiz-hakkinda-genel-bilgi-1_m63.html).
Cami olan köylerde ilk durağımız Camiiler olduğu için burada bu geleneğe sâdık kalarak Zanav’da da ilk olarak Camiiye uğradık. Camii imamı Hüseyin hocadan edindiğimiz bilgiye göre 1927’de yapımı tamamlanan Camii, Sovyetler Dönemi bir ara ambar/ahır/mahzen olarak kullanılmış 1990 sonrası ise Acaralı Müslümanların ısrarlı girişimi neticesinde yeniden ibadete açılmış. Minare dikimine izin olmayan Camii’de beş vakit ezan okumaya da izin yok ama Cuma dâhil beş vakit namazlar cemaatle kılınmakta olduğunu söyledi Hüseyin hoca.  Kısaca ezan hariç, Zanav Camii tüm fonksiyonunu devam ettirmektedir. Hatta hafta içi her gün çocuklara “Kur’an Eğitimi” başta olmakla “Dini Bilgiler” de öğretiliyormuş.
Yaklaşık 20 dakika “Kur’an Bülbülleri”yle hasb-i hal ettik, bir kısmından da Kur’an-ı Kerim dinledik. Hocalarımızın teklifiyle küçük gönüllere çikolata dağıtarak dualarını aldık ve hediyemizi kabul ettikleri için teşekkür ederek Zanav’dan da mesrur bir çehreyle ayrıldık. Bir sonraki durağımız ise Bolacur, yani Bolacuri.
Bolacur Köyü de Ahıska’nın diğer köyleri gibi “tarlaları, bağları ve bahçeleriyle son derece güzel bir köy” olarak bilinmektedir. Ana yoldan köye taraf döndüğünüzde köy tam ihtişamıyla karşılıyor ziyaretçilerini. Ahmed TURANLI (Bolacurlu) ağabey “Ahıska’nın Bolacur Köyünde Başlayan Bir Hasretin Hikâyesi” isimli makalesinin girizgâhında kendi köyleriyle ilgili şu bilgilere yer vermektedir: “Kış ayları son derece çetin geçer, evlerin kapısı açılamayacak ölçüde kar yağarmış. İnsanlar hayat şartlarıyla mücadele eder, kendi dinî inanışları ve kültürü dâhilinde yaşayıp gidermiş. Ahıska’da bölgesinde yer alan Bolacur köyünde sürgünden önce 330 Müslüman aile yaşarmış. Bolacur köyü, dinî eğitimde diğer köylere göre ileriymiş. Hatta çevrede “Bolacur’dan çıksa, çıksa Molla çıkar” diye de yaygın bir söz varmış. Merkezî bir köy olduğu için bu köyde mescit ve okul da varmış.” (Bkz: http://www.ahiska.org.tr/?p=377)
İşte böyle bir köy Bolacur. Ahıskalı şâirlerden birisi Bolacur’un “Namaz, Niyaz, İman ve Ahlak”a bağlılık yönünü şöyle metheder:
“KÜÇÜK SMADAGİL FARZI, SÜNNETİ,
ENTELLİLER İYİDİR, ETME MİNNETİ…
BOLACUR’UN ARTIK GELİR ZÎNETİ,
EGER ÜÇ KİŞİ DAHA GELSE İMÂN’A…”
Bolacur’da var olan okul binasını ziyaret edemedik ama köy merkezinde olduğu için Camii ziyaret ettik. Ne yazık ki Camii mahzen olarak kullanılmaktaydı. Tüm ısrarlarımıza rağmen içeriye girmeye de izin vermediler. Bekle bir kitabe buluruz umuduyla etrafa baktık ama maalesef bir şeye rastlayamadık. Bir kısım Camiiler de olduğu gibi kitabesi kazınmıştı. Bir zamanlar “Molla yetişen köy Camiinin” etrafında ne yarık ki “Hınzırlar” dolaşıyordu. (Aynı manzarayı bir önceki ziyaretimizde, İstanbul’u Ahıska’ya taşımasıyla bilinen Şehrî Efendinin köyü olan Muhe (Mohe) Camii civarında da görmüş ve çok üzülmüştük.) Hatta köy merkezinde yılların yorgunluğunu gizleyemese de lisân-ı hâliyle “YIKILMADIM AYAKTAYIM” dercesine Osmanlı yadigârı boynu bükük bir çeşme de vardı. Köy merkezinin genişliğinden büyük ve merkezi köy olduğu her halinden belliydi. Köy halkı meraklı gözlerle bizlere bakıyordu. Bir kısmıyla yaklaşık 25 dakika konuştuktan sonra meraklı bakışlar arasından sıyrılarak Bolacur’dan da ayrıldık. Bir sonra ki durağımız ise Sabzara.
Karlı ovalardan geçerek Sabzara Köyüne doğru yol aldık. Sabzara’yla ilgili halk arasında şöyle bir mâni/şiir dolaşmaktadır. Köy tabelasını görürken ilk bu mâni geldi aklıma:
“ALTI TÜTÜN SABZARA,
YEM TÖKERİM KAZLARA…
KAZLAR YEMİ YEMEDE,
BEN BAKARIM KIZLARA…”
Burada bizi ilgilendiren kısım “kazlar-kızlar kısmı” değil, muhtemeldir ki Sabzaralıların Büyük Sürgün öncesi Altı Aile (tütün) olmasıdır. Bu da Ahıska’nın en az aile barındıran köyü anlamına geliyordu. Biz de zaman-zaman Sabzaralı Yunus kardeşimizle “Altı tütünün bir ferdini bulduk” diyerek şakalaşıyorduk. O da: “Yok ağabey ya! Biz bayağı çoğaldık” diyerek karşılık veriyordu. Evet, Sabzara da ana yola yakın yerleşen küçük bir köydü. Hatta köy civarında Borçalı’dan gelip yerleşen Azerbaycan uyruklu kardeşlerimiz de yaşıyordu. Türkçe konuştuğumuzu duyunca yaklaştılar yanımıza. Önce belke Ermeniler olabilir dedik ama Azerbaycan Türkü olduklarını kendileri söyledi. Böylece Sabzaralılara da vedâ ederek Entel Köyüne doğru yol aldık.
Entel’de de ilk durağımız yol kenarında olan Entel Camii idi. Diğer Camiiler gibi Entel Camiinin de yapım tarihi 19. Asrın ortalarına tekabül ediyordu. Camii, diğer bir kısım Camiiler gibi bakımsız vaziyette ve kitabesi silikti ne yazık ki. Daha sonradan ikinci kat eklenerek mahzen olarak kullanılan Camii, yerden yaklaşık dört metre yükseklikteydi. Her ne kadar Camii bakımsız olsa da, köylüler mezarlığı korumaya aldıklarını söylediler. Gidelim dediler ama hava karlı olduğu için gitmekte tereddüt ettik. Ve nihai karar mezarlığa gitmeden Entel’den de ayrıldık. Yavaş-yavaş sona doğru geliyorduk. Öğlen yemeğini arabada yedik ve bir sonra ki durağımız önce Varhan sonrasında ise çermiğiyle meşhur Abastuban Köyü. Ahıskalı şâir gideceğimiz yerleri şöyle tavsif eder:
“VARHAN’I İYİ GÖRDÜM ÇARŞI - PAZARI,
SABZARA AĞALARINA EYLE NAZARI…
HARCAM CAMİSİNİN OKUR - YAZARİ,
YUKARI NAZAR ET ABASTUBAN’A…”
Evet, Varhan’da da ilk durağımız “Varhan Camii” idi. Bu Ahıska Köy gezilerimizin son camii ziyareti idi. Camiinin ilk günkü gibi duruşundan diyebiliriz ki bizim açımızdan güzel bir kapanış oldu. Şunu da özellikle ifade etmek isteriz ki bu zamana kadar ziyaret ettiğimiz bütün Camiilerin taşları, mimari özelliklerinde çok benzerlik vardı. Bu da birbirlerine yakın tarihte yapıldıklarının bir göstergesiydi.
Yeniden Varhan Camiine dönecek olursak her ne kadar Camii olarak fonksiyonunu yürütmese de köy halkının Camiiye iyi baktığı; görünüşünden, vakur duruşundan belliydi. Minaresi yoktu ama var olan Kubbesi Osmanlı mimarisi olduğunu her haliyle haykırıyordu. Camiinin içerisini ziyaret etmeğimize izin verildi. İçerisinde var olan piyanodan anladık ki Camii, kulüp olarak kullanılmaktadır. Her hafta temizliğini yapan aile ise görünüş itibariyle fakir idi ama asil ve çok efendi bir aileye benziyordu. Hocalarımız, bu asil davranışları nedeniyle aileye ikramlarda bulundular. Varhan’ı ve Camiini de ziyaretten sonra bir sonra ki ve son durağımız olan Abastuban’a doğru yol aldık.
Abastuban’da 2005 sonrası Ahıska’ya ilk yerleşenlerden biri olan aynı zamanda Büyük Sürgünün Canlı şahitlerinden Molla Yusuf dedeyi evinde ziyaret ettik. Yusuf dede ailesi bizleri görünce çok sevindi. Hemen içeri buyur ederek sohbet esnasında kendi bağlarından elma ikram ettiler. Elmanın tadı “anlatılmaz tadılır” kabilindendi. Ecdâd, “Kavkaz’ın suyu içtikçe içtiriyor” derdi. Anlaşılan ki elmasının da “yedikçe yedirten” bir özelliği vardı.
Molla Yusuf dedeyle yaklaşık bir saat hasb-i hal ettik. Ahıska’ya gelişinden ve bu zamana kadar çekmiş olduğu ızdırâb dolu hayat hikâyesinden bahsetti. Her bir Ahıskalı gibi dertliydi Molla dedemizde. Bizde Bahtiyar Bahapzade’nin; “Eğer olmasaydı deryaca derdim, / Derdin yokluğunu ben derd ederdim” dediği vecizesini hatırlattık, derin bir hayale giderek: “Eee oğul, onları yaşayan bilir” diyerek ortamı duygusal bir havaya bürüdü. Vecdi BİNGÖL sanki Ahıskalıları kastederek öyle demiyor muydu?
“SÖYLEMEK İSTESEM GÖNÜLDEKİNİ,
DİLİME DOLANAN IZDIRÂB OLUR…
YAZSAYDIM DERDİMİN BEN BİR TEKİNİ,
CİLTLERE SIĞMAYAN BİR KİTAP OLUR…”
Daha sonra sohbetimiz esnasında Molla Yusuf dedenin masası üzerinde yer alan eski bir kitap gözümüze takıldı. İzin alarak kitaba baktığımızda ise İstanbul basımı, Osmanlı Türkçesiyle yazılı eski bir eser idi. Molla emi, dedesinden kendisine intikâl ettiğini söyledi.  Eser, Fas’lı Muhammed bin Süleyman el-Cezûlî (ö. 870/1465) tarafından derlenen, kısaca “Delâil,” tam adı ise “Delailü'l Hayrat, Delail-i Şerif” olarak bilinen meşhur salâvatı şerifeler mecmuasıydı. Molla Yusuf dede zamanını daha çok “Mızraklı İlmihâl” ve “Delâil” okuyarak geçirdiğini söyledi.
Molla dedegilden akşamüzeri ayrıldık. Çıkışta dikkatimi çeken, maalesef yavaş-yavaş unutulmaya yüz tutan bir olay bendenizi gerçekten duygulandırdı. Bu gelenek bugün köylerde yaşıyor olabilir ama şehirlerde yaşayacağı uzak ihtimaldir. Evet, o soğuk havaya aldırış etmeden “ayakkabılarımın karları temizlenip yıkanarak güzel bir şekilde dizildiği gördük.” Bu günlerde az rastlanır vakıa olduğu ve bendenizi yıllar öncesine götürdüğü için duygulanmıştım açıkçası. Bunlar ecdâtdan tevarüs ettiğimiz güzel âdetler. Bana da sorarsanız yaşatılması, bir sonra ki nesle de aktarılması lazım. Belki basit bir şey olabilir ama olsun. Unutmayalım ki; “insan küçük şeylerle denenir, büyük değerler kazanır.” Bunlar da bize büyüklük katan, bizi biz yapan değerlerimiz değil mi?.. Bir zamanlar evde toz gördüğü zaman “yazı yazdım ayinenin tozuna, yazıklar olsun bu evin kızına” diye ayine tozuyla, kelam dahi etmeden nazik bir şekilde uyaran ecdadın evlatları değil miyiz?.. Demek ki, bazen bir davranış dahi insanın kendine gelmesine vesile olabiliyor.
Akşamüzeri Abastuban’lı Molla Yusuf dede ve ailesine de vedâ ederek Ahıska merkeze doğru yol aldık. Dolu - dolu geçirdiğimiz bir günü daha geride bırakmıştık. Her kez köyünü ziyaret etmenin haklı gururunu yaşıyordu. Arka taraftan “eve gedeyim ninen ve dedemden köyüm hakkında daha geniş bilgi alacağım” diye sesler gelmeye başlamıştı artık. Evet, “maksat hâsıl olmuştu…”
Akşam yemeği sonrası bir aylık programın genel değerlendirmesini yaparak o günümüzü de öylece sonlandırmış olduk. Yarın ilk işimiz Rektör Sn. Merab BERİDZE’nin de katılacağı “Samtskhe - Javakheti (Ahıska) Devlet Üniversitesi”nde bize özel hazırlanmış programa katılmak olacaktı.
Ahıska’da artık son güne gelmiştik (30 Ocak 2017). Yukarıda zikrettiğimiz programa katılmak üzere kahvaltı sonrası zaman kaybetmeden hemen yola çıktık. Üniversite’de daha öncekinden çok sıcak karşılandığımız dikkatlerden kaçmadı. Özelikle daha önce de bulunanlar bunun farkındaydı. Tabii ki bunda gelen ekibin eğitimciler olmasının da payı vardı. İlk olarak Ahıskalılar’dan oluşan bir sınıfı ziyaret ettik. Bu grup bu sene gelen öğrencilerdi ve sırf Gürcüce öğreniyorlardı. Bizlere bir jest olsun diye de yeni gelen Ahıskalı Öğrenci, daha yeni öğrenmiş olan kırık dökük Gürcücesi’yle bir şiir söyledi. Pek bir şey anlamadık ama alkışladık. Sadece şiirin içerisinde tekrar-tekrar geçen “Meshlebi” diye bir tabirden Meshlerle ilgili bir şiir olabileceği düşüncesi doğurdu bizde. Onlar, “bize gönderdiğinin öğrencilerle iyi ilgileniyoruz”un mutluluğu içerisindeydiler. İçimizden, “Acaba bizler bu öğrencilerle ne kadar ilgileniyoruz?” diye geçiremeden de edemedik elbet. Daha ise sonra programa geçtik.
Yukarı program dediğimiz meğer Rektör beyin odasında toplantı şeklindeymiş. Gidince gördük. Ciddi bir ortam hâkimdi. Üniversite basını başta olmakla yerel basından da katılanlar vardı. Üniversite sekreteri Üniversite kabul aşamasıyla ilgili yaklaşık yarım saat sunum yaptı. Sonrasında ise soru-cevap faslıyla devam etti. Sonunda toplu resimle toplantımızı da nihayete erdirdik. Artık yavaş-yavaş ayrılığın kokusu gelmeye başlamıştı. Öğle yemeğini kaldığımız otelde yedikten sonra Tiflis’e doğru yol aldık. Yolda Azğur Kalesi ve Borjom’u da ziyaret etmeyi ihmal etmedik elbet.
Azğur, Ahıska’nın 22 km. uzaklığında “Ahıska - Borcom Anayolu” üzerinde yer alıyordu. Azğur Nahiyesi’nin meşhur “AZĞUR KALESİ” Ahıska’nın kuzeyinde yüksek bir tepe üzerinde yerleşmekte ve bir kısım köyler kuş bakışı gözükmekteydi. Azğur Kalesi ise her ne kadar tamire muhtaç durumda olsa da karlı bir havada görülmeye değerdi. Meşhur Seyahatnamesinde Kale’nin özelliklerinden bahseden Evliya Çelebi; “Azğur Kalesi’nin Gürcistan’da yapılan ilk kale ve İskender Zülkerneyn’in yapısı olduğunu yazmaktadır. Ahıska’ya bağlı kale’nin yüksek bir tepe üzerinde dörtgen şeklinde olduğunu bildiren seyyah, kıble taraftan kapısının olduğunu bildirerek kale hâkiminin ağa ve onun da 200 askeri olduğunu, kalenin dayanıklı ve sağlam inşa edildiğini, şehirde cami, han ve hamam, 40-50 dükkân olduğunu da yazmaktadır.” Azgur aynı zamanda “Ahıskalı Abdullah Efendi, Ömer Faik Numanzade” gibi âlim ve aydınların yetiştiği Nâhiyedir.
Akşamüzeri artık Tiflis’teydik. Günün yorgunluğu üzerimizde vardı ama olsun, tatlı bir yorgunluktu. Tiflis’te, yaklaşık bir aydı birlikteliğimiz devam eden, kendilerine bayağı bir alıştığımız eğitimci hocalarımızla bir sonra ki daha güzel programlarda buluşmak temennisiyle vedalaştık. Bir taraftan ayrılığın hüznünü yaşarken diğer taraftan da programı güzel bir şekilde yola vurmanın ve dahi “sâlimen gelip, gânimen gitmelerinin” mutluluğunu yaşıyorduk.
Son alarak “İNSANLARIN EN HAYIRLISI İNSANLARA FAYDALI OLANIDIR” diyor, bizlere bu kutlu yolda her türlü desteği veren kurum ve kuruluşlara; hâsseten en başından programın resmi prosedürünü takip eden Yahya KEMALOĞLU hocamıza; programı yakînen takip eden, maddi ve manevi desteklerini esirgemeyen Aziz Mahmud Hüdâi Vakfı yöneticilerine, özellikle de Ahmed TURANLI ağabeye; program esnasında eğitimcilerimizle ilgilenen Hamza AHMEDOV, İskender OSMANOV, Halil SARVAROV, Bayram KOÇALİYEV kardeşlerimize ve isimlerini sayamadığımız diğer dostlara teşekkürü bir borç biliriz.
EVET, “HER SON YENİ BİR BAŞLANGIÇTIR…”

NİCE FAYDALI PROGRAMLARDA BULUŞMAK TEMENNİSİYLE…