Azad
DADAYEV
(NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi,
Doktora Öğrencisi.
Konya / Karatay)
Türkiye’nin dört bir tarafında eğitim
gören öğrencilerin ve Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Rusya’dan da
Ahıskalı kardeşlerimizin katılımıyla “GEÇMİŞTEN GELECEĞE
UZANAN DOSTLUK KÖPRÜSÜ”
isimli programımız 27 Kasım 2015’te “ANKARA
GAZİ ÜNİVERSİTESİ”nden hareketle başladı. Bizler de (Kamil AHMEDOV,
Mail POLADOV, Sevilya AGEZOVA) Konya’yı temsilen katıldık bu dostluk
kafilesine…
Önce
Üniversite’de akşam yemeğimizi yedik, yemek sonrası konferans salonunda bir
araya geldik. Gideceğimiz “ANAYURT AHISKA” bizim için manevi
değeri büyük bir yer olduğu için, illa ki heyecanımızın önceden paylaşılması
gerekiyordu. Toplantı esnasında Ahıskalı Gençler Birliği Başkanı Orman ULFANOV ve Yönetim kurulundan
bazı kardeşlerimizin bir kısım haklı hatırlatmalarda bulundu. Akabinde ise
projenin amacından bahsedildi. Amacı tek cümleyle özetleyecek olursak; “GÜRCÜ
GENÇLERLE AHISKALI GENÇLER ARASINDA Kİ DOSTLUK BAĞLARININ YENİDEN İNŞASI”
diyebiliriz.
Yaklaşık
bir saatlik değerlendirme sonrası otobüse doğru yol aldık. Saatlerimiz 21.04’u gösteriyordu
ki 45 kişilik kafileyle otobüs ağır-ağır Ankara’dan-Ahıska istikametine hareket
etmeye başladı. Anavatan Ahıska’ya önceden gidenler olsa da ilk kez gidenlerin
sayısı daha fazlaydı. Her kesin heyecanı gözlerinden belli idi, adeta herkes
şunu düşünüyordu; “ACABA HAYALLERİMİZDEKİ AHISKA İLE GÖRECEĞİMİZ AHISKA NE KADAR
ÖRTÜŞECEKTİ.” Çünkü bir kısmımız gideceğimiz yeri hiç görmemiştik,
oraları nine ve dedelerimizin anlattıklarından sevmiş ve hayallerimizde bir “AHISKA
ŞEMASI” oluşturmuştuk. Bu heyecanla zaman-zaman şöyle sorular da
duyuyorduk; “İLK KEZ Mİ GİDİYORSUN AHISKA’YA?..”
Yaklaşık
iki buçuk saat sonra 23.30’da Çorum’da mola verdik. Yarım saatlik bir mola
sonrasına ise şu anons damgasını vurdu: “ANKARA’DAN-ALASKA’YA GİDEN KARADENİZ
TÜRİZMİN SAYIN YOLCULARI, LÜTFEN OTOBÜSTE Kİ YERLERİNİZİ ALINIZ!” Evet,
Çorum’daydık ve o güzelim Ahıska yine Alaska’ydı. “SENİN YAPTIĞINI ÇORUMLU BİLE
YAPMAZ BE KARDEŞ” dedik ve yolumuza kaldığımız yerden devam ettik.
Yolumuzun kaç saat süreceğini soran yoktu ama ne zaman varacağımızı soran
çoktu. Demek ki; mevzu “AHISKA” ve “DOSTLUK” olunca mesafe o
kadar da önem ifade etmiyordu Ahıskalı Gençler için. Bu tavır, maksada giden
yolun kutsiyetini ifade ediyorlardı adeta…
Yaklaşık
11 saat yolculuktan sonra sabahın erken saatinde Erzurum’a vardık. Erzurum sabaha güneşli bir havayla merhaba
demişti ama havası bayağı bir soğuktu ve yerde de daha önceden yağmış kar
vardı. Havanın soğuk olması Erzurum’un, “Seyahatnamelere
soğuğuyla konu olmuş meşhur bir bölge” olduğunu lisan-ı haliyle açık bir
şekilde söylüyordu. Kafileye katılacak olan Erzurum’da eğitim gören Ahıskalı
öğrencilerimiz de vardı. Hazır mola vermişken bu vesileyle kahvaltımızı da
Erzurum’da yaptık.
Evet, Erzurum her zaman ki gibi, gerçekten
soğuktu. Suyu buz gibiydi, ellerimizi yıkayalım dedik neredeyse damarlarımızda
kanımız donacaktı. Belki de bu yüzdendir ki; Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde
kış soğuğuyla meşhur Erzurum’u yöre halkından duyduğu şu hikâyeyle anlatır ve
şöyle devam eder:
“Erzurum’da
kış öyle sert olur ki, insanların dilinde bir darb-ı meseldir ki bir dervişe
sorarlar;
-Nereden
gelirsin?
-Kar
rahmetinden gelirim, der.
-O
yer hangi diyardadır? Derler.
-Soğuktan
Ere-Zulüm olan Erzurum’dur der.
-Orada
kışa rastladın mı hiç? Derler. Derviş;
-Vallahi
11 ay 29 gün orada kaldım, bütün halkı yaz gelecek dediler amma ben görmedim,
der…”
Erzurum’dan
sonra Ardahan’a doğru hareket ettik. Ahıska’ya mesafeler azaldıkça heyecanımız
da gittikçe artıyordu. Öğlene doğru Ardahan’a vardık. Mezkûr projeye destek
verenlerden birisi de “ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ” idi.
Dolayısıyla “ARDAHAN ÜNİVERSİTESİ KAMPÜSÜ”nde öğlen yemeğimizi yedik
ardından ise hemen “Posof Türkgözü Sınırı”na doğru hareket ettik. Hava kararmak
üzereydi ve sınırı gündüz gözüyle geçebilmemiz için de acele hareket etmemiz
gerekiyordu. Dağların arasından geçerek kendi ifadeleriyle “YUKARI AHISKA”ya, yani
Posof’a doğru yolumuza devam ettik. Her taraf karla beyaza bürünmüştü. Zaman-zaman
kar kalınlığı yarım metreye kadar ulaşıyordu. Ardahan-Posof yolu engebeli
olmasına rağmen her kesin içini o kadar heyecan sarmıştı ki, ellerde makine o
güzellik resmedilmeye çalışılıyordu.
Sağ
salim Posof’a vardık… Posof’tan sınıra doğru yol aldık. Saatler 16.10’u
gösterdiğinde biz artık sınırdaydık…
Anavatan
Ahıska’nın kokusunu yavaş-yavaş almaya başlamıştık. Her kes heyecanını yenmeye
çalışıyordu ama nafile… Kendi aralarında; “geçen sefer vatana gelirken burada
heyecandan biraz oturup istirahat etmiştim” diye konuşanlar dahi vardı. Dillere destan anavatan Ahıska’ya
yaklaşmıştık. Dile kolay tam 71 sene; HASRET,
HÜZÜN, ÇİLE, CEFA VE VEFA’YA KARŞIN VEFASIZLIK (BİVEFA)…
Bir
an evvel sınırı geçip yolumuza devam etmek istiyorduk. Derken; meğer her şey
bizim hesapladığımız gibi yürümeyeceğini yaşadıkça gördük. Hani derler ya; “sen
saydığını say, gör felek ne sayar.” diye… Sınır kapısının Türkiye tarafında her hangi problemle
karşılaşmadık, karşılaşmamız da ihtimal dışı zaten. Hatta orada görevli
güvenlik ve polis ağabeylerimiz sınırı karşıya geçerken neler yapmamız
gerektiğini sıkı sıkıya tembihliyordu. Ama nafile, deyim yerindeyse “ince eleyip, sık dokumamıza” rağmen
yine de Gürcü sınırında tevkif edildik maalesef. Oysaki ne umutlarla gelmiştik.
Gözlerde ki sevincin yerini yavaş-yavaş hüzün almaya başlamıştı. “SEBEPSİZ
YERE SÜRGÜN EDİLEN ECDADIN, SEBEPSİZ YERE SINIRDA BEKLETİLEN TORUNLARI” olarak “var bunda da bir hayır”
dedik ve çareler aramaya başladık. Çünkü bizler “her şeyde var bir hayır”ın
inancı içerisindeydik. Tek tesellimiz ise şu hadis-i şerif idi: “Mü’minin
hâli gıpta ve hayranlığa değer. Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayır
olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” İnanmış olduğumuz değerlerin lütfettiği
huzur ve teselliydi bu…
Herkes
“mesul olduğu şeyle meşgul” idi. Bir
an olsun umudumuzu kaybetmedik. Kendi aramızda asla pes etmeyeceğimizi hatta
sabaha kadar hadi olsa sınırda bekleyeceğimizin sözünü verdik. Bu tablo bize “İslam Tarihi”nden sonu hayırla neticelenen
“HUDEYBİYE
ANTLAŞMASI”nı hatırlatıyordu. Evet, “Mevla görelim neyler, neylerse
hayır eyler dedik” ve umutla beklemeye devam ettik…
Daha
sonra ise içinde bulunduğumuz durumla ilgili haberler gelmeye başlıyordu. Başta
DATÜB (Dünya Ahıska Türkleri Birliği) olmakla, Posof Belediye Başkanı,
Kaymakamı, Valisi ve tüm yetkililerin bu işten haberdar olması ise bizi bir
nebze de olsa rahatlatmıştı. Ahıska’ya geçemezsek dahi, her işimizle yakından
ilgilenen büyüklerimiz ve arkamızda dağ gibi duran Yukarı Ahıska, Posofluların
varlığı ise bize gurur veriyordu. Saatler akşam sekizi gösterdiğinde Posof
Belediye başkanı ve Kaymakamı bulunduğumuz yeri teşrif ettiler. Posof halkı
muallimiyle-muallemiyle, amiriyle-memuruyla, büyüğüyle-küçüğüyle herkes halimizden
haberdar “acaba ne yapabilirim”in
telaşı içerisindeydiler.
Evet,
akşam dokuza kadar yaklaşık beş saat hiçbir suçumuz olmadığı halde sınırda bekleye
kaldık. İçinde bulunduğumuz hâl haberlere de “DOSTLUK PROJESİNE GÜRCÜ ENGELİ” diye yansımıştı…
Gürcüler
bu gece bırakmamakta kararlıydı. Her hangi bir açıklama da yapılmadı. Posof
belediye başkanı Sn. Cahit ULGAR Bey;
“üzülmememizi,
kalacağımız yerlerin ayarlanmış olduğunu, bu geceyi Posof’ta geçirip yarın
yeniden sınıra gelmemizin uygun olacağını” söyledi. Akşam dokuz
sularında yeniden Türkiye’ye giriş yaparak artık Posof’a doğru yol aldık.
Sınırı geçememenin burukluğu yaşasak da, tüm büyüklerimizin yanımızda
olmalarının haklı gururunu yaşıyorduk. Tablo gerçekten gurur vericiydi. Herkes
bizim için seferber olmuştu adeta…
Posof’ta
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin torunlarının yurdunda kaldık. Yurtta ki
hocalar ve müstakbel hâfız kardeşlerimiz tarafından “Muhacir-Ensar Kardeşliği”
idrakı içeçrisinde karşılandık. Bayan kardeşlerimiz ise başka bir yerde
kaldılar…
Ertesi
gün (29 Kasım 2015) erkenden kalktık. Kahvaltı sonrası Ahıskalı Gençler Birliği
Başkan Yardımcısı Orhan FAİK
kardeşimizin açıklamasıyla alkışlarla birlikte yemekhanede mutluluk rüzgârları
esti. Orhan kardeşimiz “akşam geç saatlerde kendisini Türkiye’nin Gürcistan
Büyükelçisi aradığını ve problemin çözüldüğünü” söyledi. Artık sınırı
özel izinle geçecektik. Bu heyecan içerisinde hemen otobüste ki yerlerimizi
almaya başladık. Dedik ya polisler dahi seferber olmuştu. Başka bir yerde kalan
bayan kardeşlerimizin eşyaları “Polis Arabası”yla otobüse kadar
geldi. Hayırdır, ne iş diye sorduğumuzda ise AGB Yönetiminden Ramazan NASİRLİ kardeşimiz;“Kanun
namına yardım istedik, onlar da bizi kırmadılar.” diye latife yaparak mukabelede
bulundu…
Yeniden
sınıra doğru yol aldık. Yolda özel izinle giriş yapacağımızı, dolayısıyla daha
dikkatli olmamız gerektiğini, bu saatten sonra yapacağımız her olumlu veya
olumsuz hareketin Türkiye adına olacağını yetkili arkadaşlar sıkı sıkıya
tembihledi. Yaklaşık yarım saat sonra yeniden sınırdaydık. Türkiye tarafını
hızlı bir şekilde geçtik. Gürcistan sınırında ise Gürcü yetkili bir saat içerisinde
sınırı geçeceğimizi söyledi. Bu açıklama sonrası derinden bir “OH”
çekerek, bu samimi girişim sonucu bizleri mahcup etmeyen Rabbimize şükrettik.
Tüm
bu yaşananlara rağmen yine “DOSTLUK KAZANMIŞTI.” Yaşananlar
tarihe geçse de bize sorarsanız biz “HOR” değil, “HOŞ” gördük bunca
yaşananları. Daha kötüsü de olabilirdi oysaki... Yine de bizi anlayışla
karşıladıkları için başta Gürcü yetkililerine sonra da Gümrük yetkililerine
müteşekkiriz. Şunu da hatırlatmak isteriz ki tam altı yıl önce de (26 Kasım
2009) aynı muameleyle karşılaşmış, o zaman da duygularımızı şöyle dile
getirmiştik: “Sınıra vardığımızda hiç
beklenmedik bir muameleyle karşılaştık. Gürcistan gümrük yetkililerine ısrarla
öğrenci olduğumuzu ve de sadece Ahıska’yı ziyarete geldiğimizi söylememize rağmen,
dört saat sınırında bekletildik. Çantalarımızın kontrolden geçmesi normaldi,
ama üzerimizi de kontrol etmeleri hâliyle bizleri üzdü tabii ki. Hani derler
ya: “beterin beteri var”, dört saat
bekletilmemize rağmen oraları ziyaret imkânı sağladıkları için, yinede gümrük
yetkililerine teşekkür ediyoruz…”
Evet,
adalet yerini bulmuştu… Programımıza bir gün gecikmeli başlasak da “29
Kasım Pazar Günü” öğlene doğru sağ salim sınırı geçtik. Karşı da bizi
güvenliğimiz nedeniyle tahsis edilen Polis Arabası (ESKORT) bekliyordu. Ana
vatana artık dakikalar kalmıştı. Havası gayet temiz, yolda ki soğuk havalar ise
yerini güneşli havaya bırakmıştı. Yeniden huzur ve sevinç bürümüştü hepimizi.
Şairin ifadesiyle; “o gün çocuklar gibi şendik…”
Bismillah
dedik, “Yüce Rabbim şu mukaddes yolları, / Ahıska'ya gidip, dönen yollar
et! / İhtirasla kilitlenmiş kolları, /
Bir birini kucaklayan kollar et!” diye dualarla yolumuza kaldığımız
yerden devam ettik. Eskort eşliğinde “şairlerin uğruna şiirler yazdığı,
“Anadolu’nun eşiği,” “İstanbul kilidi” dediği; “Damarlarımda akan kanımsın” diye tavsif ettiği Ahıska’ya doğru yol
almıştık artık…
Kafilemizi
ilk olarak Ahıska köylerinden, Seyfet
Dede’nin meskûn olduğu “VALE”
köyü karşıladı. Yol boyu Orhan Faik kardeşimiz Ahıska ve Köyleri hakkında bilgi
veriyor, bizlerse her tarafı meraklı gözlerle süzüyor, sanki bir daha hiç
gelmeyecekmişiz gibi resmetmeye çalışıyorduk. Oysaki amacımız dostluk
köprüsünün temellerini atmak ve deyim yerindeyse bu köprünün her iki ayağını da
pekiştirmekti…
Kalacağımız
“KAFKASYA
OTELİ”ne doğru ilerlerken gözümüz sağ tarafta ki tren yoluna sataştı.
Otobüse sessizlik hâkimdi. Sanki herkes zaman tüneliyle 1944’de gitmiş, ecdadı
o tren yolunu inşa ederken görüyorlardı. Evet, atalarımızın anlattıkları
yerleri dünya gözüyle görüyor ve o meşum sürgün sahnesini zihnimizde tasvir
ediyorduk. Ecdadın sürgün yılları bir şerit gibi gözlerimizin önünden
geçiyordu. Sürgünün müsebbibi o zalim Stalin’e: “KARTOPİ (PATATES) SOYDUM,
SOYAMADIM. / KAZANA KOYDUM, KOYAMADIM. / STALİN’İN GÖZÜ ÇIKSIN. / BEN VATANDAN
DOYAMADIM” dercesine baka kalmıştık tren yoluna… Tüm bu çilelere göğüs
gerek halkımız, o zalim yüzünden hayatın çarkında yok olup gitmedi, aksine daha
da bilendi.
Hepimiz
efkârlı, dalgın, nemli gözlerle ufka bakıyor ve atalarımızın anlattığı “KAVKAZ”ın
o güzelliklerini temaşa ediyorduk. Kasım ayında bu kadar güzeldi acaba yazı
nasıl olur diye de içimizden geçiriyorduk tabii ki. Orhan Faik kardeşimizin; “Arkadaşlar
sol tarafta Ahıska Kalesini görüyoruz” demesiyle birden tüm otobüs sol
tarafa dikkat kesildi. Tüm ihtişamıyla solumuzdaydı “KAL’A-YI AHISKA.”
Kale’nin ihtişamıyla çarpılan İlgar SÜLEYMAN kardeşimin dudaklarından şu
mısralar dökülüyordu: “Ahıska kalesi yüksekten bakar, / Kur nehri
Ahıskam sinenden akar. / Senin garipliğin içimi yakar. / Damarlarımda akan
kanımsın benim / AHISKAM, AHISKAM, AHISKAM BENİM.” Daha sonra yazmamız
için ne kadar tekrar etse de bir türlü devamını getiremedi. Sanki o anlık
söyletilmişti kendisine…
Sonrasında ise sürgünün gerçekleştiği “TAVARNI”
denilen yeri de geçerek kalacağımız ve öğlen yemeğimizi yiyeceğimiz otele
vardık. Yemeklerimizi Ahıskalı Aileler pişirmişti. Orada kaldığımız sürece de
öyle devam etti. Zaten programımıza bir gün gecikmeli başladığımız için hemen
yemeğimiz yedik ve “Osmanlı kaynaklarında ‘sengistan (taşlık arazi)’ olarak kaydedilen
Ahıska Bölgesinin Doğu Gürcistan’a, oradan da Kafkaslara açılan bir kapısı”
olarak bilinen “AZĞUR (ATSKURİ) NAHİYESİNE
ve AZĞUR KALESİNE” doğru hareket ettik.
Ahıskalı
Abdullah Efendi, Ömer Faik Numanzade gibi âlim ve
aydınların yetiştiği Azğur Nahiyesi, Ahıska’nın 22 km uzaklığında AHISKA-BORCOM
anayolu üzerinde yer alıyordu. Azğur Kalesi ise her ne kadar tamire muhtaç
durumda olsa da görülmeye değerdi. Program boyunca bize eşlik eden Samtskhe-Javakheti
Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Ardahan Üniversitesi
Sözleşmeli Öğretim Görevlisi Prof. Dr.
Sn. Roin KAVRELİSHVİLİ, Kale’nin ilerleyen zamanlarda tamir edileceğini
söyledi. Her ne kadar Rain Bey birçok savaşlara sahne olan Kale’nin “12.
Asırlara ait olduğu tahmin edilmektedir” dese de, Seyahatnamesinde Kale’nin özelliklerinden bahseden Evliya
Çelebi; “Azğur Kalesi’nin Gürcistan’da yapılan ilk kale ve İskender
Zülkerneyn’in yapısı olduğunu yazmaktadır. Ahıska’ya bağlı kale’nin yüksek bir
tepe üzerinde dörtgen şeklinde olduğunu bildiren seyyah, kıble taraftan
kapısının olduğunu bildirerek kale hâkiminin ağa ve onun da 200 askeri
olduğunu, kalenin dayanıklı ve sağlam inşa edildiğini, şehirde cami, han ve
hamam, 40-50 dükkân olduğunu da yazmaktadır.”
Azğur
Nahiyesi’nin meşhur “AZĞUR KALESİ” Ahıska’nın kuzeyinde yüksek bir tepe üzerinde
yerleşmekte ve bir kısım köyler kuş bakışı gözükmekteydi. Otobüsten iner inmez
çıkamazsınız dedikleri kale’nin, tam uç noktasına kadar çıktık. Manzara
seyretmeye değerdi. Kaleye çıkma riskini göze alamayanlar ise aşağıdan
izlemekle yetindi. Şair’in ifadesiyle: “Samtshe üç kaledir, unutmayınız, / AZĞUR,
Hırtız, Tmogvi'dir biliniz. / Güzel bir yöredir gidip görünüz. / Oşora, Dzveli,
Saro güzeldir!” Evet, gittik gördük. Şiirlere konu olacak kadar vardı.
Programımızda “HIRTIZ KALESİ” de olmasına rağmen sınırda ki gecikmeden dolayı
iptal edildi…
Kale
ziyaretinden sonra zaman kaybetmeden Borcom’a doğru hareket ettik. Meşhur
Borcom suyundan tattık. Yalnız, sağlığa faydalı olan bu suyu ilk içenin azacık
içmesi gerekiyormuş. Biz bunu öncelikle şaka olarak kabul ettik ama yaşadıkça
gördük ki meğer doğruymuş. Sonra 400 metrelik teleferik yolunu kat ederek
yukarı çıktık ve Borcom’u 112 metre yükseklikten izledik. Manzara “anlatılmaz
yaşanır” kabilindendi. İnişte arkadaşları beklerken 70 yaşlı Gürcü
amcayla Rusça anlaştık. Kendisine Ahıskalıları tanıyor musunuz? sorusunu
yönelttiğimiz de ise, “sen ne diyorsun biço” diyerek söze
başladı ve Stalin’e verdi veriştirdi. Adama Ahıskalıları sorduk Stalin’le devam
etti. “Maksat hâsıl olmuştur” dedik ve Borcom’dan ayrıldık. Borcom
ziyaretiyle Ahıska’da ilk günümüz sona erdi…
Anavatan’da
ikinci günümüze de güneşli bir havayla merhaba dedik. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi sebeb-i ziyaretimizin başlıca amacı, “aynı coğrafyayı paylaşan ecdadın
evlatları arasında dostluğu ihyâ etmekti.” Bundan dolayı da AGB
yönetiminin de zaman-zaman ifade ettiği gibi projenin serlevhası; “GEÇMİŞTEN
GELECEĞE UZANAN DOSTLUK KÖPRÜSÜ” idi.
DOSTLUK VE
KÖPRÜ… Köprünün iki ayağını temsil eden ise
aynı duyguları paylaşan öğrenciler… Öyle derya Hz. Mevlana; “AYNI
DİLİ KONUŞANLAR DEĞİL, AYNI DUYGULARI PAYLAŞANLAR DAHA İYİ ANLAŞABİLİRLER.”
diye…
Evet,
“aynı
duygular” paylaşıldıktan sonra çözülemeyecek hiçbir şey yoktur dedik
ve bu maksatla 30 Kasım 2015’te “SAMTSKHE-JAVAKHETİ
DEVLET ÜNİVERSİTESİ KONFERANS SALONU”nda, Üniversite’nin Öğretim
Görevlileri başta olmakla “GÜRCÜ VE AHISKALI ÖĞRENCİLER”in bildirilerini dinlemek üzere bir araya
geldik. Üniversite Rektörü Prof. Dr.
Merab BERİDZE rahatsız olduğu için programa katılamamıştı. Moderatörlüğü ve
tercüme işini ise Türkçesi gayet güzel olan, Prof. Dr. Roin KAVRELİSHVİLİ
yürütüyordu. Rektör adına açılış konuşmasını yapan Üniversite Öğretim Görevlisi
“esas
amacımızın öğrenciler arasında ilmi münazara, küreselleşen dünya’da ortak yaşam prensiplerinin
ortaya koyulmasıdır.” dedi ve şöyle devam etti; “bu nedenle programımızın ismi olan
“Geçmişten Geleceğe Uzanan Dostluk Köprüsü,” tam bizim amaçlarımızla örtüşmektedir…” Sonrasında ise sözü Roin
Bey aldı ve programın sunum kısmına geçildi.
Roin
Bey giriş cümlesinden sonra “DOĞUDA İLK SÖZ MİSAFİRE VERİLİR”
diyerek ilk konuşmacı olarak sözü, Ahıskalı Gençler Birliği Başkanı Orman ULFANOV kardeşimize verdi.
Teşekkürle konuşmasına başlayan Orman
ULFANOV kardeşimiz de burada bulunmamızın temel sebeplerinden bahisle şöyle
devam etti: “İletişim çağında yaşıyoruz. Başlıca gayemiz gençler arasında ki en
temel problem olan iletişimsizlik problemini çözmek ve bu konu da elimizden
gelen her şeyi seferber etmektir. Çünkü bizler geçmişte beraber yaşayan bir
toplumun torunlarıyız. Dolayısıyla aramızda ki iletişim sorununu yeniden ihya
etmeliyiz.” Daha sonra ise AGB’nin işlevlerinden bahsederek konuşmasını
bir daha teşekkür ederek, daha güzel projelerle bir araya gelmemiz temennisiyle
sona erdirdi…
Sonra
ise söz Gürcü öğrencilerden İngilizce Bölümü 4. Sınıf öğrencisi Ana MURADAŞVİLLİ’ye verildi. Girişi “İngilizce”
yapan Ana, daha sonra Gürcüceyle devam etti. Konuşmasına “Gürcü Atasözü”yle giriş
yapan Ana, şöyle devam etti; “‘Damarları kanla doludur’ atasözü biz
öğrenciler için söylenmiştir. Öğrencileri yenilikler korkutmaz. Yolumuza çıkan
yeni engeller de korkutmamalıdır.” Sonrasında ise farklı aktivitelerden bahseden
Ana,
sunumunun sonunu bize de jest olsun diye “Çok teşekkür ederim”
diyerek “Türkçe” bitirdi. Evet, “İNGİLİZCE giriş, GÜRCÜCE
devam ve TÜRKÇE son...”
Üçüncü
konuşmacı olarak AGB Başkan Yardımcısı “Orhan
FAİK” kardeşimiz söze başladı. Konuşmasına “Burada kaldığımız sürece ‘GAMAR
COBA,’ ‘DİDİ MADLOBA’ gibi kelimeleri de öğrendik.” diye latife yaparak
başladı ve “GELEGEĞİ ORTAK İNŞA EDELİM”
sunumuyla sözlerine şöyle devam etti; “Burada kaldığımız sürece çok güzel
karşılandık ve ağırlandık. İki yıl önce temeli atılan projenin bugün artık
hayata geçtiğini görmekteyiz. Bu bir daha bizim ne kadar güzel şeyler
yapabileceğimizin bir göstergesidir. Bu proje aynı zamanda Gürcistan’dan
Türkiye`ye eğitim almak için gelen dostlarımıza pusula olacak. Yani onlar artık
Türkiye`ye geldiklerinde yurt, eğitim seçimi gibi problemlerle
karşılaşmayacaklar. Çünkü onların bizim gibi Türkiye’nin her bir ilinde desteği
olan dostları olacaktır.” Daha sonra ise bazı eğitim sorunlarından bahsederek;
“bunu
beraberce çözüme kavuşturabiliriz” diyerek sözlerini teşekkürle
noktaladı…
Yaklaşık
iki saat süren karşılıklı sunumlar, ortak noktalardan yola çıkılarak “neler
yapabiliriz” etrafında devam etti. Bizden dört, Samtskhe-Javakheti Devlet Üniversitesi öğrencileri tarafından
ise üç bildiri sunuldu. Gayet güzel
ve verimli geçti. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi “Ortak değerlerden”
bahsedildi. “Öğrenci değişimi, ortak yaşama kültürü, eğitim ve yurt sistemi”
derken, öğlene doğru programımızın bu bölümü sona erdi.
Öğleden
sonra ise Üniversitenin konser salonunda “Samtskhe-Javakheti
Üniversitesi Folklor Ekibi” tarafından “KAFKAS DANSLARI” konseri verildi ve
şarkılar söylendi. Programımızın bu bölümüne “Azerbaycan Ahıska Türkleri Vatan
Cemiyeti Başkanı” İbrahim
MEMMEDOV muallim de iştirak ederek yeni bir renk kattı. Bundan sonra ki
günlerde de program boyunca bizleri yalnız bırakmadı, bizimle beraber oldu…
Folklor
gösterileri başlığı altında düzenlenen program yedi dakikalık bir slâyt
gösterisiyle başladı. Slâytta ise Gürcistan’ın görmeye değer tarihi yerleri ve Tarihi
Kaleleri yer almaktaydı...
Mezkur
konsere, Azerbaycan’dan gelen Samtskhe-Javakheti Üniversitesi’nde hazırlık
bölümünde eğitim gören otuza yakın öğrenci de katılmıştı. Konser sonrası jest
olsun diye bizler de önce koro şeklinde Gürcüce (cilveloy) şarkı söyledik
sonrasında ise halay çektik. Üniversitenin folklor ekibi öğrencileri ve diğer
yeni gelen Ahıskalı öğrencilerden de bir kısmı halaya eşlik etti…
Konser
ve folklor gösterileri sonrası “Ahıska (Akhaltsikhe) Rabat (Ribât) Kalesi”ne
doğru hareket ettik. Kaleye girmeden önce Rabat veya Ribât kelimesi hakkında
bilgi verecek olursak; Arapça bir kelime olan Ribât, “güçlendirilmiş,” “güçlendirilmiş kale” anlamına gelmekle
beraber, aynı zamanda “sınır boylarında ve stratejik mevkilerde
askerî amaçlı müstahkem (sağlam) yapılara verilen addır.” Çıldır, nâm-ı
diğer Ahıska stratejik bölge olması hasebiyle 20’den fazla Rabatıyla da meşhur
bölgelerdendir.
Ahıska Rabat Kalesine giderken hava gayet
güneşli, güneşin batmasına ise yaklaşık iki saat kalmış idi. Kaleyi ziyaret
edip akabinde köylere geçecektik ama deyim yerindeyse kalenin ihtişamı bizi
çarptı adeta. O ihtişamdan bir türlü kendimizi alamadık. Geç olduğu için de
köyleri iptal etme mecburiyeti doğdu…
Evet, nice savaşlara şahitlik etmiş “AHISKA
KALESİ” ve “AHMEDİYE CAMİİ”ne doğru koşar adımlarla ilerliyorduk. Nice
savaşlara şahitlik etmişti dedik… O savaşlardan bir tanesini ve Ahıskalıların
kahramanlıklarını John F. BADDELEY,
“Rusların
Kafkasya’yı İstilası ve
Şeyh Şamil,” isimli eserinde şöyle tasvir
etmektedir:
“Kendi mahallî liderleri tarafından yönetilen Ahıskalılar, çok savaşçı ve korkusuz, enerjik insanlar
olarak ün salmışlardır… Rus kuvvetleri, Ahıska’yı kuşatmaya
başladılar… Bu insanlar, Ruslara gülerek kendilerine olan güvenlerini
şu şekilde açığa vuruyorlardı: ‘Siz gökyüzündeki
ay’ı Ahıska’nın camisindeki hilâlden çok daha kolaylıkla sökebilirsiniz!..’ Genç
ihtiyar şehir halkı büyük
bir cesaretle savaştılar.” Belki de bu yüzdendir
ki; 1944 Sürgün öncesi Stalin, Bölge halkının ne kadar cesur ve savaşçı
olduğunu bildiği için, onların samimiyetinden de istifade ederek “Alman ordularının gelme
ihtimaline karşı sizi bir kaç haftalığına bölgeden uzaklaştıracağız” hilesi
ve yalanıyla sürgün ederek bölgeyi “Türk” nüfuzundan tahliye etmiştir.
O masum insanların torunları olarak
artık “Muhteşem Kale”nin içindeydik... Hemen herkes kalenin ihtişamı
karşısında dona kalmıştı. Nemli gözlerle etrafı süzüyorduk. Stratejik bir mevkide
bulunan Ahıska’nın, önemli kalelerinden birisiydi KAL’A-YI AHISKA.
Tarihçilerin
de teyit ettiği gibi; “Ahıska, stratejik ve ticari konumda olup
Osmanlı yolunu Kafkaslara ve Orta Asya’ya” açmaktaydı. Nitekim önemi
dillere destan Ahıska’yı şöyle tasvir ediyordu XVII. Yüzyıl meşhur seyyahı
EVLİYA ÇELEBİ; “Taş bir kale, kale içinde 1100 kadar toprak ev, pek çok cami, hamam,
medrese ve han.” Mimari eserler arasında ise; “AHMEDİYE CAMİİ, MEDRESE ve SEBİLİ BİR KÜLLİYE”yi saymaktaydı...
Önemine binâen burasını biraz daha
açacak olursak; Türk mimarlık şaheserlerinden birini teşkil eden AHMEDİYE CAMİİ, Ahıska Atabekleri’nden HACI AHMET PAŞA tarafından 1749’da
Ahıskalı ustalara “İSTANBUL SELÂTİN CAMİLERİ” örneğinde yaptırılmıştır. 1828
Ahıska Felâketi sonrası Ruslar tarafından, Camii’nin “ak minaresi” sökerek
kiliseye çevrilmiş, içindeki
kütüphanede bulunan ARAP,
TÜRK ve FARS dillerinde çeşitli ilmi eserlerin
bütünü Sankt-Petersburg’daki imparatorluk kütüphanelerine
nakledilmiştir.
14 Kasım 1944 Ahıska
Sürgünü sonrası ise camii maalesef müzeye çevrilmiştir. Hâlen de müze işlevini
devam ettirmektedir…
Ahmediye Camii’nin mimari özelliklerinden bahsedecek olursak; “Camii’nin
duvarları yonulmuş taşlardan olup kubbesi kalın direkler üzerindedir. Bu
direkler geniş bakır halkalarla bağlanmıştır. Kubbenin en yüksek kısmında içi
kurşunlanmış altından ay ve yıldızlar vardır…” Camii Gürcistan yönetimi
tarafından restore edilmiş 16 Ağustos 2012’de dönemin Cumhurbaşkanı Mikhail
Saakaşvili’nin; “Akhaltsikhe/Ahıska Gürcistan’ın en
önemli tarihî ve turistik merkezi olacaktır. Çünkü burası Avrupa’nın en iyi
yerlerinden biridir” ifadeleriyle görkemli bir şölenle açılmıştı ama
ne yazık ki, tarihi Ahmediye Camii yine minaresiz görünümüyle ziyaretçilerini
karşılayacaktı…
Şunu da hatırlatalım ki;
tarihi eserler bir milletin “mührüdür” aynı zamanda... Tarih
sahnesinden geçerken “Mezar Taşları”yla, “Camii”
ve “Kitabeleri”yle
“İZ
BIRAKAN” bir toplum, kolay-kolay unutulamaz, unutturulamaz… Bunun
içinde bir milletin kültürünü yansıdan eserlere saygı duyulmalı, yok
edilmemelidir düşüncesindeyiz…
Evet, Ahıska Kalesi’nin “Ahmediye
Camii” olan kısmına biletle girdik. Merdivenleri yukarı çıkarak sağ
taraftan ilerlemeye devam ettik. Tarihi Camiye yaklaştıkça heyecanımızda
giderek artmaktaydı. Hemen herkes fotoğraf makinelerine sarılmış o tarihi
yerleri resmediyordu. Sağ taraftan kale dibiyle ilerlerken “Mezar Taşları Kitabeleri”ne
rastladık. Daha önceleri Camii civarında olan bu kitabeler muhtemeldir ki,
restore sonrası kale duvarlarının dibine nakledilmişti. Okumaya çalıştık ama
maalesef birçoğunun tarih kısmı ya bozulmuş ya da kırılmıştı. Kasıt var mı
bilemeyiz ama kırık dökük de olsa hâlâ muhafaza edilmesi sevindirdi bizleri.
Soldan ilerleyerek Ahmediye Camiine doğru yol aldık...
Evet, tam ihtişamıyla “Ahmediye
Camii” önümüzde. Sanki “daha önceleri neredeydiniz” dercesine bakıyordu… Sarı kubbesiyle “KUBBET’ÜS-SAHRA”yı
hatırlatsa da, müze olması hasebiyle “AYASOFYA”yı hatırlattı bizlere...
Tek şartla ki; bunun minaresi de yoktu… Ecdadın secde ettiği Camii’yi bizden
ayakkabılarla ziyaret etmek mecburiyetinde kalmıştık maalesef. Yavuz BAHADIROĞLU’nun Ayasofya için
söylediği şu tespit geçti zihnimizden: “AYASOFYA’YA
GİRERKEN AYAKKABILARINIZI ELİNİZE ALIN!.. AYASOFYA’DA AK ŞEMSEDDİN, FÂTİH
SULTAN MEHMET HAN VE ŞANLI ORDUSUNUN SECDE ETTİĞİ YERE ‘AYAKKABIYLA’ BASILMAZ,
BASAMAYIZ, BASMAMALIYIZ.”
Ayakkabılarımızı açıp çoraplarla mı girmemiz
gerekiyordu bilemeyiz ama bildiğiz tek şey vardır ki; medeniyetimizde Kutsal Mekânlara, özellikle de Camilere
ayakkabılarla girilmez. Heyecanımıza sayalım ve devam edelim…
Camiyi pûr dikkat incelemeye koyulduk. Herkes sanki kaybettiği bir
şeyleri arıyordu. Birden gözümüz camii girişi kapı üzerine takıldı. Kapı
üzerinde kitabe (yapılış tarihi) olması gerekiyordu ama ne yazık ki yoktu.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Paskeviç tarafından minaresi sökülen Camii’nin
maalesef kapı üzerinde ki kitabesi de kazınmış vaziyetteydi. Bizim
medeniyetimizde kitabesiz Camii olmayacağına göre çok aradık ama bulamadık ne
yazık ki… Bu durum karşısında “HAZİNE AVCILARI” filminde ki şu
satırlar geçti zihnimizden: “…İstersen tüm bir jenerasyonu ortadan
kaldır. İstersen evlerini yerle bir et. Bir şekilde yeniden çıkarlar karşına. Ama
insanların eserlerini yok edersen, tarihlerini yok edersen, o zaman hiç var
olmamış gibi olurlar. Havada uçuşan
küller gibi.” Üzüldük ama şunu da unutmadık ki; “güneş balçıkla sıvanmaz.”
Arnold J. Toynbee’nin ifadesiyle “Kültür dokuz canlıdır.” er ve geç
bir gün yeniden yüze vuracaktır…
Evet, Hacı Bektaş-i Veli’ce; “Sevgi varken nefret niye, / Adalet
varken, haksızlık niye? / Dostluk varken düşmanlık niye?” dedik, daha yeni temelleri atılan
dostluğumuzun ebedi olmasını temenni ederken bir daha anladık ki
dünya’da en kolay şey yıkmakmış meğer. Bu hali Milli Şairimiz Mehmet Âkif ERSOY ne güzel nazmeder:
“Yıkmak
insanlara yapmak gibi kıymet mi verir,
Onu
en çolpa herifler de emin ol becerir…
Sade
sen gösteriver ‘işte budur kubbe’diye,
İki
ırgatla iner şimdi Süleymaniye (Ahmediye)…
Ama
gel kaldıralım dendi mi heyhât o zaman,
Bir
Süleyman daha lazım yeniden bir de Sinan…”
O gün geç saate kadar Ahıska Kalesinin her tarafını karış-karış
dolaştık. Kimse ayrılmak istemiyordu adeta. Kalenin uç noktasından mahzun
gözlerle gâh “Ahmediye Camii”ne, gâh da “Tren Yolu”na bakarak derin
hayallere dalan kardeşlerimiz de yok değildi. Son bir kes alıcı gözlerle kaleyi
süzdük ve kaldığımız otele gitmek üzere oradan ayrıldık.
Akşam yemeği sonrası Otel’de “Ahıska’nın Vale Köyü”nde meskûn Seyfet
Dedeyle hasb-i hâl ettik. 1925 doğumlu, 90 yaşlı Seyfet dede sürgün esnasında
19 yaşında olduğunu söyledi. Her şeyi bugünkü gibi hatırlıyordu. Kendi
ifadesiyle “23 günlük tren yolculuğu”nu 23 dakikada özetledi…
Dedemiz o trajedik olayları anlatıyor biz gençler ise pûr dikkat
dinliyorduk. O acı günleri anlatırken zaman-zaman gözleri doluyordu ama biz
üzülmeyelim diye pek hissettirmemeye çalışıyordu. Ama yürek bu, nasıl dayansın
bunca acı ve bunca ızdıraba… Tüm bu sıkıntılara rağmen dedemiz yine de “bütün
olanlara ‘kader’ diyor, Rızaya râzılık” gösteriyordu…
Dedemiz bir an
durakladı, bir süre gözleri ufka baka kaldı, üç-beş saniye bir şey söylemedi.
Sanki o acı dolu günleri hatırlıyor, sürgün yılları bir şerit gibi gözlerinin
önünden geçiyordu. Sanki sürgünün müsebbibi o zalim Stalin’e: “Ne kendi etti rahat, ne halka verdi huzur,
/ yıkılıp gitti cihandan, dayansın ehli kubur.” dercesine ufka
bakıyordu… Dedemiz o yılları hatırlamama adına kendini zor tutarken, bendenizin
gönlünden şu satırlar süzülüyordu:
Düşündükçe damarımda kanım donuyor,
Meğer ne merhaleler atlatmışız ya Rab!..
Büyükler adeta anlatmak istemiyor,
Kolay mı zannedersin? İstiyorsun zorlu bir talep!..
Tüm bunlar zihnimizi tırmalarken dedemiz
sessizliği bozdu, kendisini pûr dikkat dinleyen bizlere hitap etmeye devam
etti.
Hayatın her türlü yüzünü gördüğünü ifade
eden Seyfet dede, her işte çalıştığını ama bir kez olsun kimseye el açmadığını
da ilave etti. Bizlere nasihatte bulunarak “emeksiz
kimseden ekmek istemeyin gençler!” demeye getiriyordu sözü… Dedemizden
ayrılmak istemiyorduk ama yarın da erkenden kalkacağımız için nihayete
erdirmemiz gerekiyordu… Ve böylece Ahıska’da ikinci günümüz de sona erdi…
Artık Aralık ayı, aralamıştı kapımızı... Ertesi gün, yani 1 Aralık
2015 tarihi sabahın erken saatinde “DEĞERLENDİRME
TOPLANTISI” için, yine “SAMTSKHE-JAVAKHETİ DEVLET
ÜNİVERSİTESİ KONFERANS SALONU”nda bir araya geldik. Bu sefer dün
yaptığımız sunum ve görüşmelerin değerlendirmesini yapacaktık. Arkadaşlara
teker-teker söz hakkı veriliyor, herkes toplantıya katkıda bulunmaya
çalışıyordu. Katılan arkadaşların hepsi tek ağızdan memnuniyetini belirtiyor ve
böyle projelerin “İlk ve Sonuncu Olmaması”nı temenni ediyordu. Program gerçekten
güzel ve verimli geçmişti...
Öğlene doğru değerlendirme toplantımız
sona erdi. Sonrasında ise bildirisi olan her katılımcı kardeşimiz “KATILIM
BELGESİ” ile taltif edildi.
Anavatan Ahıska’dan ayrılacağımız
saatler yaklaşıyordu artık. Dolayısıyla gönlümüz hüzünle dolmaya başlıyor ve şu
mısralar süzülüyordu adeta;
“Yine hüzün çöktü gamlı gönlüme,
Soracak olursanız bu hüzün
niye?..
Geldik
gidiyoruz yine buradan,
Sabır
ver, sen bize; Yüce Yaradan…”
İlk yerleştiğimiz “Kafkasya Oteli”nde öğlen
yemeğimizi yedik akabinde ise alışveriş yapmak için “Ahıska Kalesine” nâzır
merkezi bir yere geldik. Kimimiz “Anavatan’dan toprak götürsek olur mu?”
diye sual ediyor, kimimiz de “Ahıska Kalesi” ve “Ahmediye
Camii” maketini arıyorduk ama bulamadık maalesef. Başka yerde vardır
dediler, zaman kaybı olur düşüncesiyle oraya da gitmedik.
Geri dönmek üzere otobüste ki
yerlerimizi aldık. Artık ayrılıyorduk “Anavatan Ahıska”dan. Cengiz DAĞCI’nın ifadesiyle; “göklerden
inen güneş, batı ufuklarını kızıla boyarken” bizler de, geldiğimiz Posof
güzergâhı karlı olduğu için Batum üzerinden Türkiye’ye doğru yol aldık.
Yaklaşık dört saat sonra sınırdaydık. Nedenini yine bilemedik ama bir kısmımız
geçtik bir kısmımız ise “Gürcistan Sınır Kapısı”nda bir saat
tevkif edildik. Pasaportlarımız toplandı bazı işlemler neticesinde bizler de
sınırı geçerek derinden nefes aldık…
Artık “anavatan”dan “atavatan”a
geçiş yapmış ve “Artvin Sarp Sınır Kapısı” çıkışı otobüsü bekliyorduk. Yaklaşık
bir saatte otobüsü bekledik. Karadeniz kıyısı soğuktu ama “çaresizseniz çare sizsiniz”
kavli kabilinden bu meseleyi de çözdük. “Peki ne yapalım?.. Halay çekelim”
dedik, hemen işe koyulduk… Yakınımızda ki minibüs şoförünün de rızasını alarak “Halay”
ve “Kafkasya”
şarkılarını minibüs teybiyle seslendirdik. Ve “Halay Raksı” ağır-ağır
başladı. Isınmamız için başka çaremiz yoktu çünkü… Hem eğlendik hem de
eğlendirdik…
Etrafta ki herkes hayretle bakıyor ve “kim
olduğumuzu, nereden geldiğimizi, iyi ki geldiğimizi” duyulacak sesle haykırıyordu. Kafileyi
tanıtmak ise bendenize düşmüştü… Sınır Kapısında otobüslerini bekleyen bazı
Trabzonlu teyzeler dahi bizlere eşlik ediyordu. Hatta jandarma da alkışta eşlik
ediyordu. Doğrusu otobüsün gelmesini hiç istemiyorduk…
Ve otobüsümüz geldi… Hopa Belediyesinin
ikramıyla yemeğimizi yiyerek Ankara’ya doğru yeniden yol aldık. 02 Aralık
2015’te öğlene doğru sağ salim Ankara’ya vardık.
Evet, “Ahıskalı Gençler Birliği”nin
girişiminin bir eseriydi bu program… Başta “Bizim Ahıska Kültür Derneği”
olmakla, finanse eden “Yurtdışı
Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı”na, programın ev sahipliğini yapan
“Ardahan Üniversitesi ve
Samtskhe-Javakheti Üniversitesi”ne ve gönül dostlarına teşekkürü bir
borç biliriz…
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki oranın
insanları bizleri beklediğimizin de ötesinde hoş ve güzel karşıladılar. Orada
yaşayan Ahıska’lı ailelerin diğer azınlıklarla iç içe yaşadıklarını
gözlemlememiz, bize ayrı bir sevinç vesilesi oldu…
NOT:
HER MESELEYE DÂİR “BİR FIRÇA DARBESİ”YLE
“DOSTLUK PORTRESİNİ” RESMETMEYE
ÇALIŞTIK… KUSURUMUZ VARDIR ELBET!.. AFFOLA…