Zehra Tokur
Tozlu
rafların ötesinde fark edilmeyi bekleyen sayfaların arasından, bir süre
harflerin seslenişini izliyordum. Bu sefer okumuyor bilakis seyrediyordum içim
buruk bir halde. Tarihin, edebin, çağların dönüşümü gözlerimin önünden adeta
bir film rulosunu andırırcasına geçiyordu.
Bazen bir hayli mustarip oluyordum kâh şiir dinlediğimde kâh atalarımın
izlerini keşfetmeye çıktığımda. Nedendir geçenlerde sahnede adeta yürüyen edebiyat diye nitelendirdiğim Hayati İnanç’ın seslendirdiği şiirlerin lisanından anlayamadığımdan ötürü bu topraklardan gelmiş-geçmiş üstatlara karşı farklı bir mahcubiyet duymuştum. Amma ve lakin her satırın tonları, adeta yüreğime dokunuyordu apansızca…
Nasıl
mısralardır ki; çağı harflerinde yaşatan; dil ve üslup zenginliği; naif bir
şekilde gösteren.
Ve yine yeniden bir tohum gibi salkım salkım yeşeren Osmanlı çatısının altında yaşamaktan bir kez daha gurur duymuştum. Pekâlâ, ecdat Yavuz Sultan Selim’in şiire alakasından ötürü mısraları dansa kaldırmasına ne demeli? Şair dizeleri:
Ve yine yeniden bir tohum gibi salkım salkım yeşeren Osmanlı çatısının altında yaşamaktan bir kez daha gurur duymuştum. Pekâlâ, ecdat Yavuz Sultan Selim’in şiire alakasından ötürü mısraları dansa kaldırmasına ne demeli? Şair dizeleri:
Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol bu âlemde Dildar olur
Yar olur ağyar olur dildar olur serdar olur
Şair içindeki gizemini mısralarda dökerek adeta içindeki sırlar cezbediyordu fark edenleri…
Hayat bir
şiirdir aslında; aşkın siluetini harflere yansıttıran...
Çağların
iz bırakışıdır satırlara. Kiminin zaferini, kiminin aşkını, kiminin ise
kederini…
Yeri gelir
seni bir kelimenin endamında cezbettirir aynı “Hiçbir Şey” de olduğu gibi üç
farklı medeniyet lisanının aynı cümlede konuk olması gibi…
Bunca
cezbedici mısraların erimesine karşı kısık sesimle! Şiirlerin mısralarına
“Yetim mi bıraktık seni?” diye seslenmek
istiyordum. Derdiyle, dertlenmekti niyetim. Şimdi hangi mısralar anlatır
İran’ın derdini, hangi Ahmet Şevkiler anlatacak Mısır’ın tahttan indirildiğini,
hangi Mahmud Dervişler mısralarında bahsedecek sapanların sesinin inlettiği
Kudüs’ü!
Kaybediyoruz
apansızca ve umarsızca dün yokmuş gibi yarın gelmeyecekmiş gibi; geleceğimizin
aydınlığına dinamit koyarcasına sömürüyoruz duygularımızı, şiirlerimizi, samimi
niyet sarf eden ecdadı iyalimizi…
O halde bu
hengâmenin içinde kimler sahip çıkacak, bu medeniyetlere? Peki, İslam
sancağının gölgelendirdiği, tarihin değil de tarihi yazdıran Selçuklunun,
Osmanlının keza Cumhuriyetin yaşandığı Türkiye topraklarında kimler nefer
olacak?
Evet
dertliyiz, evvela derman da istemeyiz. Derman istemeyeceksek, dertli olmanın
bir manası olmaz. Evvela imtihan bu yana dert içinde dermanı getirir. Kul,
sadece sebat edip; azim ve sabır ile birlikte tevekkülü hayat azığı olarak alıp
dermanını bulmaya gitmeli. Derman kimisine; şiirden dokunur, kimisine aştan
kimisine de hiçbir şeyden. Nasibi verene razı olmak işte bu derde teslim olup,
devaya merhem arayışın adı olsa gerek…
Evvela
şiirler seslenemeyecekse, sancağımın bir zamanlar gölgelendirdiği mekânlar
konuşacaksa buruk buruk, tebessüm etmeyiz. Anlayamayacaksak lisanlarından, lal
olsa dilimiz haykırmaya devam ederiz. Evvela şiirler, şarkılar, destanlar
yazdıran Payitaht ilham vermeyecekse duygulara, Payitahtı tekrardan fethetmenin
yollarına düşeriz. Ve bazen bir endişe sarıyordu fikriyatlarıma…
Ya bir gün
Payitaht sarılmayacaksa duygularıma, ya dertlerimi yüreğimin lisanıyla
dökemeyeceksem saman kâğıdıma… Kudüs’ü ya gelecek nesiller anlayamazsa... Peki,
çağlar çağları kovaladığı zamanlarda ya düşürürse lisanını bir kenara... Diye
endişe ederken “Sen ki şiiri var eden Şairin birer konuğusun bu hanede” diyorum
kendime; şairin şiirlerine teslim olurcasına. Velhasıl kelam şunu da soramadan
edemiyorum bizlere; Şiirler mi bize derdini anlatamadı yoksa biz mi şiirlerin
dilinden anlayamadık?
Vesselam.