21 Nisan 2019 Pazar

Kulağında Uzak Diyarların Tınısı

Zehra Tokur

Tozlu rafların ötesinde fark edilmeyi bekleyen sayfaların arasından, bir süre harflerin seslenişini izliyordum. Bu sefer okumuyor bilakis seyrediyordum içim buruk bir halde. Tarihin, edebin, çağların dönüşümü gözlerimin önünden adeta bir film rulosunu andırırcasına geçiyordu.
Bazen bir hayli mustarip oluyordum kâh şiir dinlediğimde kâh atalarımın izlerini keşfetmeye çıktığımda.
Nedendir geçenlerde sahnede adeta yürüyen edebiyat diye nitelendirdiğim Hayati İnanç’ın seslendirdiği şiirlerin lisanından anlayamadığımdan ötürü bu topraklardan gelmiş-geçmiş üstatlara karşı farklı bir mahcubiyet duymuştum. Amma ve lakin her satırın tonları, adeta yüreğime dokunuyordu apansızca…
Nasıl mısralardır ki; çağı harflerinde yaşatan; dil ve üslup zenginliği; naif bir şekilde gösteren.

Ve yine yeniden bir tohum gibi salkım salkım yeşeren Osmanlı çatısının altında yaşamaktan bir kez daha gurur duymuştum. Pekâlâ, ecdat Yavuz Sultan Selim’in şiire alakasından ötürü mısraları dansa kaldırmasına ne demeli? Şair dizeleri:

Sanma şahım herkesi sen sadıkane yar olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyar olur
Sadıkane belki ol bu âlemde Dildar olur
Yar olur ağyar olur dildar olur serdar olur

Şair içindeki gizemini mısralarda dökerek adeta içindeki sırlar cezbediyordu fark edenleri…
Hayat bir şiirdir aslında; aşkın siluetini harflere yansıttıran...
Çağların iz bırakışıdır satırlara. Kiminin zaferini, kiminin aşkını, kiminin ise kederini…
Yeri gelir seni bir kelimenin endamında cezbettirir aynı “Hiçbir Şey” de olduğu gibi üç farklı medeniyet lisanının aynı cümlede konuk olması gibi…
Bunca cezbedici mısraların erimesine karşı kısık sesimle! Şiirlerin mısralarına “Yetim mi bıraktık seni?”  diye seslenmek istiyordum. Derdiyle, dertlenmekti niyetim. Şimdi hangi mısralar anlatır İran’ın derdini, hangi Ahmet Şevkiler anlatacak Mısır’ın tahttan indirildiğini, hangi Mahmud Dervişler mısralarında bahsedecek sapanların sesinin inlettiği Kudüs’ü!
Kaybediyoruz apansızca ve umarsızca dün yokmuş gibi yarın gelmeyecekmiş gibi; geleceğimizin aydınlığına dinamit koyarcasına sömürüyoruz duygularımızı, şiirlerimizi, samimi niyet sarf eden ecdadı iyalimizi…
O halde bu hengâmenin içinde kimler sahip çıkacak, bu medeniyetlere? Peki, İslam sancağının gölgelendirdiği, tarihin değil de tarihi yazdıran Selçuklunun, Osmanlının keza Cumhuriyetin yaşandığı Türkiye topraklarında kimler nefer olacak?
Evet dertliyiz, evvela derman da istemeyiz. Derman istemeyeceksek, dertli olmanın bir manası olmaz. Evvela imtihan bu yana dert içinde dermanı getirir. Kul, sadece sebat edip; azim ve sabır ile birlikte tevekkülü hayat azığı olarak alıp dermanını bulmaya gitmeli. Derman kimisine; şiirden dokunur, kimisine aştan kimisine de hiçbir şeyden. Nasibi verene razı olmak işte bu derde teslim olup, devaya merhem arayışın adı olsa gerek…
Evvela şiirler seslenemeyecekse, sancağımın bir zamanlar gölgelendirdiği mekânlar konuşacaksa buruk buruk, tebessüm etmeyiz. Anlayamayacaksak lisanlarından, lal olsa dilimiz haykırmaya devam ederiz. Evvela şiirler, şarkılar, destanlar yazdıran Payitaht ilham vermeyecekse duygulara, Payitahtı tekrardan fethetmenin yollarına düşeriz.  Ve bazen bir endişe sarıyordu fikriyatlarıma…
Ya bir gün Payitaht sarılmayacaksa duygularıma, ya dertlerimi yüreğimin lisanıyla dökemeyeceksem saman kâğıdıma… Kudüs’ü ya gelecek nesiller anlayamazsa... Peki, çağlar çağları kovaladığı zamanlarda ya düşürürse lisanını bir kenara... Diye endişe ederken “Sen ki şiiri var eden Şairin birer konuğusun bu hanede” diyorum kendime; şairin şiirlerine teslim olurcasına. Velhasıl kelam şunu da soramadan edemiyorum bizlere; Şiirler mi bize derdini anlatamadı yoksa biz mi şiirlerin dilinden anlayamadık?
Vesselam.