11 Eylül 2018 Salı

Mevsim Hüznü

Zehra Tokur

Kahvenin tonlarını andıran yaprakları ucundan toprağa düşen damlaların savruluşunu seyrediyordum, yeşil pervazlı penceremden. Sağanak-sağanak yağan yağmurun esintisi çehremi okşuyordu usulca. Ardından elimde tuttuğum çayın kokusu toprağın kokusu işle vuslatı yüreğime bir mayhoşluk veriyordu masumca. Ve ardından kaldırım kenarında birikmiş suya bakıyordum. Gökten inen her damlada dans edişi, göğün kuşağa bürünüşü, ağaçların yeşilden, sarıyı andıran renge hicret edişi kalemlere şiir yazdıran hüznün ayının habercisiydi.

Kendisine sözler, romanlar, şiirler yazdıran aydı Eylül… Doğanın inzivaya çekildiği, güneşin maviye çalan bulutların arkasına gizlendiği, varlığın ölüme mahkûm bırakıldığı zamanlar şairin mısralarına serpiliyordu adeta. Bilhassa şiirlerin ilhamıydı hazan mevsimi…
Sevdaların, hasretlerin, gurbetin, bilhassa hüznü yaşatan, insanın kendisini dinlediği, inzivaya çekildiği zamandır diye ekliyordum saman yapraklı defterime. Islak patika yoldan yürüyen ayak seslerinin suyla temas eden muhabbetini dinliyordum battaniyeme sarılmış bir şekilde. Sesin sahiplerinin şemsiyeleri açıp başlarına tuttuğu an tüm samimiyet ortadan kalkmıştı. Hala daha benimseyememiştim onu. Benimsemeyeceğim de. Çünkü izin vermemeliydim rahmetten beni ayırmasına.
Rüzgârın ucu sivri çam ağaçlarının bir mızrak misali dikenlerinin arasından geçişi okuduğum kitabın sayfalarına karışıyordu. Çayımın dumanına hapsoluyordu esmekte olan. Kitapların sayfaları bana ayrı bir maneviyat katıyordu. Ölüme hapsolan bedenlerinin ruhunu taşıyordu apansız. Tıpkı insanın yaşadığı hayat gibi…
İnsanoğlu doğar, büyür ve ölür. Hayatın ona sunduğu darbeler, insanı yıkar ama öldürmezdi aksine güçlendirirdi. Misal, güneşin meyveyi kızartıp güzel tatlar elde etmesini sağladığı gibi. Sonra, sonra insanın yaratana karşı vazifesine karşılık yeni imtihanlarla dolu olan tabiatta yeri gelir kül ederdi lakin kul olmak için! Kazanırdı savaşı insan. Ve zamanı geldiğinde kendisinin vazifelerini tamamlamış bir şekilde öper ölüm alnından. Arkasından sadece iz bırakırdı mücadele içinde olduğu ömürden…
İşte böyleydi hikâyemiz. Sayfalarda üzerindeki mürekkebin kendisine sarıldığında canlanırdı. Aynı baharın gelişinde umutların yeşerdiği gibi…
Şehrin karanlığa teslim ettiği vakitte yelin başımdaki örtünün dalgalandır an okunan Ezan-ı Muhammed’in sesi kulaklarımı meşk ediyordu. İzin vermiyordu bu ses şehrin hüznüne gömülmeye. Birden Sesin sonlandığı anda radyomun hafif sesini açmış şiirler dinletiyordum yüreğime uykuya dalarcasına. Ve göğe bakarak fısıldamak istiyordum, Turgut Uyarı bahsettiği “ Eylül toparlandı gitti işte. Ekim filanda gider bu gidişle” dediği dünya değil misin sen?