Kahvenin
tonlarını andıran yaprakları ucundan toprağa düşen damlaların savruluşunu
seyrediyordum, yeşil pervazlı penceremden. Sağanak-sağanak yağan yağmurun
esintisi çehremi okşuyordu usulca. Ardından elimde tuttuğum çayın kokusu
toprağın kokusu işle vuslatı yüreğime bir mayhoşluk veriyordu masumca. Ve
ardından kaldırım kenarında birikmiş suya bakıyordum. Gökten inen her damlada
dans edişi, göğün kuşağa bürünüşü, ağaçların yeşilden, sarıyı andıran renge
hicret edişi kalemlere şiir yazdıran hüznün ayının habercisiydi.
Kendisine
sözler, romanlar, şiirler yazdıran aydı Eylül… Doğanın inzivaya çekildiği,
güneşin maviye çalan bulutların arkasına gizlendiği, varlığın ölüme mahkûm
bırakıldığı zamanlar şairin mısralarına serpiliyordu adeta. Bilhassa şiirlerin
ilhamıydı hazan mevsimi…
Sevdaların,
hasretlerin, gurbetin, bilhassa hüznü yaşatan, insanın kendisini dinlediği,
inzivaya çekildiği zamandır diye ekliyordum saman yapraklı defterime. Islak
patika yoldan yürüyen ayak seslerinin suyla temas eden muhabbetini dinliyordum
battaniyeme sarılmış bir şekilde. Sesin sahiplerinin şemsiyeleri açıp başlarına
tuttuğu an tüm samimiyet ortadan kalkmıştı. Hala daha benimseyememiştim onu.
Benimsemeyeceğim de. Çünkü izin vermemeliydim rahmetten beni ayırmasına.
Rüzgârın
ucu sivri çam ağaçlarının bir mızrak misali dikenlerinin arasından geçişi
okuduğum kitabın sayfalarına karışıyordu. Çayımın dumanına hapsoluyordu esmekte
olan. Kitapların sayfaları bana ayrı bir maneviyat katıyordu. Ölüme hapsolan
bedenlerinin ruhunu taşıyordu apansız. Tıpkı insanın yaşadığı hayat gibi…
İnsanoğlu
doğar, büyür ve ölür. Hayatın ona sunduğu darbeler, insanı yıkar ama öldürmezdi
aksine güçlendirirdi. Misal, güneşin meyveyi kızartıp güzel tatlar elde
etmesini sağladığı gibi. Sonra, sonra insanın yaratana karşı vazifesine
karşılık yeni imtihanlarla dolu olan tabiatta yeri gelir kül ederdi lakin kul
olmak için! Kazanırdı savaşı insan. Ve zamanı geldiğinde kendisinin
vazifelerini tamamlamış bir şekilde öper ölüm alnından. Arkasından sadece iz
bırakırdı mücadele içinde olduğu ömürden…
İşte
böyleydi hikâyemiz. Sayfalarda üzerindeki mürekkebin kendisine sarıldığında
canlanırdı. Aynı baharın gelişinde umutların yeşerdiği gibi…
Şehrin
karanlığa teslim ettiği vakitte yelin başımdaki örtünün dalgalandır an okunan
Ezan-ı Muhammed’in sesi kulaklarımı meşk ediyordu. İzin vermiyordu bu ses
şehrin hüznüne gömülmeye. Birden Sesin sonlandığı anda radyomun hafif sesini
açmış şiirler dinletiyordum yüreğime uykuya dalarcasına. Ve göğe bakarak
fısıldamak istiyordum, Turgut Uyarı bahsettiği “ Eylül toparlandı gitti işte.
Ekim filanda gider bu gidişle” dediği dünya değil misin sen?