Konu konuyu açar,
mürekkep kağıtları doldurur, kağıtlar mürekkebi bitirir, yazılar anıları
hatırlatır, anılar duyguları canlandırır, duygular bizi yaşadığımız zaman
dilimden uzaklaştırır... Ve bu bitmeyen duygu ekosistemi tekrar tekrar yaşanır.
Bizler hangi coğrafyanın insanıyız. Ait
hissettiğimiz iklim kurak mı? Hissedilen kuraklıkta kervanların bir tas suyuna
muhtaç olduğunuz oldu mu? Mevsimlerin, iklimlerin suçu yoktu. Biz göremedik,
kendi mevsimimizi yaşamak istedik, doğa bize seçimini sunmuşken...
O rüzgarlı yaz
gecelerinde yıldızların ışıltısına tercih ettik soğuk hislerimizi. Ve birer
birer bağladık takvim yapraklarına, büyük düşünüp küçücük not ettik satırlarımıza. Öylesine korkak
alıştık ki parmaklarımız kalemi kavramaz olduğunda sağanak sağanak yağmayı
arzulayan duygularımızı, kupkuru boğazlara bilmem kaç gün öncesinden kalan taş kesilmiş ekmek takıldığında nasıl
yutkunduysak işte tam da öyle, sindirdik içimize. Kağıtları besleyemeden
kalktık masadan. Oysa ne açtı kağıtlar, beden duygulara bu kadar doymuşken.
Öyle anlar oluyor ki kupkuru düşünüyoruz, kendimiz bile şaşarken alışıyoruz
sıcaklığa değil mi? Değerini bilmek içinse tek bir damla yetiyor. Ve yine
normal ben, eski ben, ben beni. Olmuyor mu
sizlere de, geleceğe böyle âmâ yaklaşırken birden
dönüşmek ve kendini bulmak. Geleceğe böyle gözü görmez ilerlerken geçmişle
burun buruna gelmiş olmak bizi bir an için aslımız yapmamış mıydı? Biliyoruz
elbet, anlıyoruz değil mi birbirimizi? Bu denli sükuneti kalabalık hale
getirirken elbet anlamışızdır. Fasit kahkahaları izale etmek yerine galebe edilmemiş fazıl sükuneti kürsüye
çıkarmak ve sessizliği konuşturmak için epey koştuk. Nefes nefese kalana kadar.
Arkamıza bakmadan... Yok muydu izan sahibi, allame kişiler? Nereye gittiler bu
müfsitler? Mürit şeyhim kainata alışamadım der. Bende alışamadım alüfte
fikirlere, allame kesilen tiplere, jurnal edilen masumiyetlerin çisentisini
seyretmeye. Toz gibi yağıyordu inceden inceden bu kötürüm katran karası
zihniyetler, insanı buhrana, inananı vahlara sürüklüyordu. İzliyorduk,
izliyordum yalnızca. Oysa fatalistler inandığı istikamette ilerlerken karşısına
çıkan kazayı öyle izbe, sarp ve öyle dolaylı çeviriyordu ki aleyhine inananı
düşüncelere inanmayanı soru işaretine sevk ediyordu. Müdebbir yaklaştığımız
müdellel gerçekler kıyıya vurmuş, rüzgarların sırtına binerek müsavi dağılmış
ve bir müddet müeccel edilmiştik hayattan.
Bu kurak, müfrit davranışımız müft olsun da zift olsun dediğimiz
yaşantılara komşu yapıyordu. Oysa daha müsmir yaşayabilir idik. Müdara etmeden
ikamet etmek mecburiyetinde bırakıldık. Oysa içten içe kendi tercihimizdi. Oysa yavaştan unuttuk...