Derya Erkan
Osmanlı Devleti,
tarih boyunca var olan her devlet gibi kuruluşundan yıkılışına kadar kedine has
bir takım diplomatik faaliyetler sergilemiştir. Osmanlı Devleti’nin Klasik
Dönem boyunca kendi dışındaki kültürlere ve dünyaya bakışı ile XVII, XVIII ve
XIX. Yüzyıllarda ki tutumu farklılıklar içermektedir. Bunda Osmanlı diplomasisi
için son derece önemli bir yer teşkil eden elçilerin tuttukları raporlar ve
sefaretnamelerinde büyük etkisi olmuştur.
Elçiler, kaleme aldıkları sefaretnamelerde doğru ve yanlışlarıyla
Batı’daki yaşanan sosyal-ekonomik gelişmeleri olduğu gibi Osmanlı başkentine
taşımışlardır.
Osmanlı Devleti,
güçlü bir devlet olduğu ve toprak bütünlüğü ve egemenliği Avrupa tarafından
tehdit edilmediği sürece, “ad hoc” diplomasiyi gücünün ve üstünlüğünün
bir belirtisi ve temel dayanağı olarak kalmıştır.
Osmanlı Devleti, yukarıda da ifade edildiği
gibi Klasik Dönemde savaşın da bir diplomatik yöntem olarak görüldüğü, savaşın
diplomasinin bir uzantısı olarak kabul edildiği “ad hoc” diplomasiyi
kullanmıştır. Çünkü askeri olarak çok güçlüydü ve istediğini savaşarak
kazanıyordu. Ancak, toprak sisteminin değişmesi, merkezileşmesi gibi unsurlarla
başlayan Bozuluş ve Kargaşa Dönemi ile birlikte güçten düşmeler ve Avrupa’dan
tehditler başlayınca diplomasi ve devletlerle ilişkiler gelişmeye başlamıştır.
Aslında diplomasi, savaşlarda
başarısızlıklar yaşanınca, hayatta kalmak için bir organizma olarak
görülmüştür. Elçiler, önceden antlaşma yapmak, buyrukları bildirmek gibi
sebeplerden giderken, bu dönemle birlikte elçilerin gidiş sebepleri de
değişmiştir. Artık elçiler, “biz nerede hata yaptık?” sorusuna cevap
aramak üzere gönderilmeye başlanmıştır.[1]
On
altıncı yüzyılın sonları ile 17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda belirgin
bir şekilde siyasî, idarî, iktisadî, ictimaî, ticarî ve askerî bakımdan
duraklama ve arkasından da devletin bütün kurumlarında bozulma ile bir çözülme
görülmekteydi. Köprülüler döneminde kısmen bazı alanlarda tekrar bir canlılık
görülmesine rağmen 1683 II. Viyana kuşatmasında ve sonrasında yaşanan hezimet
buna bir son nokta koymuştu.
1683
Viyana bozgununu izleyen 16 yıl süresince Osmanlı İmparatorluğu, tarihinin ilk
ve en büyük toprak kayıplarını verdiği Karlofça Antlaşması’nı 1699’da Kutsal
ittifakın Katolik kanadıyla imzaladı ve 1700 yılında Rusya ile de İstanbul
Antlaşması yapıldı. Gerçekten de 17. yüzyılı, Osmanlılar için hem içerde hem de
dışarıda en buhranlı/bunalımlı yıllarını yaşadıkları bir dönem olarak kabul
edebiliriz. Bu buhrandan ve yozlaşma döneminden kurtulmak için yeni ve kalıcı tedbirlerin
alınmasına ihtiyaç vardı.
Osmanlılar
Karlofça’dan Pasarofça’ya kadar diplomatik[2]
arenada ve bu sıralarda yapılan müzakerelerde sadece hasım olan Avusturya,
Rusya, Lehistan ve Venedik ile değil arabulucu hatta zaman zaman danışman
olarak Fransız, İngiliz ve Hollanda diplomatlarıyla da çok yakın temas
halindeydiler. Öte yandan, Avrupalı olan İsveç Kralı XII. Şarl ile İmre Tökeli
ve Ferenc Rakoczi gibi Macar soyluları ve bunların çok sayıdaki maiyetleri
yıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nda kaldılar. Buna mukabil Türk erkânının batıda
uzun bir süre esaret altında bulunan Temaşvarlı Osman Ağa’nın Hatıratı ile
Viyana’ya elçi gönderilen ve göz hapsinde tutulan Zülfikar Paşa’nın takriri de
Batı hakkında bilgi edinmenin ve Osmanlıların aydınlanmasının tek taraflı
olmadığını göstermekteydi. Artık 18. yüzyıl başlarında Osmanlılarla Avrupalılar
karşılıklı olarak çok yakından tanışır oldular. Pasarofça sonrası Damat İbrahim
Paşa sadaretinde eskiye nazaran dışarıya gönderilen elçilerin ve temsilcilerin
sayıları ve icraatlarında artışlar görüldü. Paris, Viyana, Varşova, Lehistan ve
Rusya‟ya giden bu elçiler yalnızca diplomatik ve ticarî görüşmelerde değil
Avrupa diplomasisi, kültürü, sanatı, sanayii, tarımıyla birlikte askerî ve
teknolojik gücü hakkında bilgi edinmeye ve bunları birer rapor halinde sunmaya
başladılar. Bu ülkelere giden elçilerden Osmanlı İmparatorluğu‟nun
aydınlanmasında en tesirli rapor Paris’e (1720-1721) giden Yirmisekiz Çelebi
Mehmed Efendi’ninkidir. Özellikle bu rapor tesirini hızlı bir şekilde gösterip
Osmanlı demir perdesindeki ilk ve en önemli gedik olarak anılacaktır. Sadece
üst düzeyde değil aynı zamanda Osmanlıların önemli ticaret merkezi olan Avrupa
şehirlerinde de konsoloslukların açılması da bu sadrazam devrinde karara
alındı. Bundan böyle Osmanlılar kendilerini Avrupa’dan tecrit etmeyerek onların
iç gelişmelerinden haberdar olup doğu batı arasında bir Entegrasyo’nun ilk
adımlarını da atmaya başladılar.
Yirmisekiz
Mehmed Çelebi’nin Paris’ten getirdiği Fontainebleau sarayı resimleri ve diğer
mimari sanatsal değerdeki teyzinat ile Fransa kralı ve çevresindekilerin
hayatları model olarak alınmaya başlanmıştı. Zaten 18. yüzyıl başlarından
itibaren Fransa da, Osmanlı İmparatorluğu kadar çok kötü durumda olmasa bile
nekahet ve gerileme dönemine girmişti. Damat İbrahim Paşa’yı örnek alan birçok
Osmanlı ileri gelen devlet erkânı ve zenginleri Boğaziçi ve Haliç çevresinde
yeni konaklar, köşkler ve saraylar inşa ettirmeye başladılar. Bu yeni oluşan
muhitteki saray ve köşklerin bahçelerinde ince zevkin ve yüksek kültürün süs
bitkileri, işlemeli çeşmeler ve Ģadırvanlar yapıldı. Süs bitkileri arasında
özellikle lale çiçeği yetiştirilmesine o kadar önem verildi ki o döneme Lale
Devri denildi.
Osmanlılarda
Damat İbrahim Paşa’nın başlattığı bu hareketlilik sadece saraylar, köşkler ve
eğlence alemleriyle sınırlı kalmadı. Bu dönemde başta edebi eserler olmak üzere
kültürel ve bilimsel eserlerin Arapça ve Farsçadan Türkçe’ye çevrilmesi için
bir heyet oluşturuldu. Bu sayede Türkçe lügat kullanılmasının yaygınlaşması da
sağlanılmış oldu. Bu heyetin çevirmenlerinin birkaç Batılı tarih, felsefe ve
astronomi eserini de Türkçeye tercüme ettiği görülmektedir. Bu gibi sınırlı
çeviriler geleneksel Osmanlı toplumunun zihinlerine belli bir ölçüde etki
yapmıştı. Ancak hiç birisi Osmanlı diplomatik temsilcileri olan elçileri veya
murahhas heyetleri kadar etkili olamamıştı. Zira bunlar Avrupalılarla ve
onların askerî gücüyle savaş alanlarında karşılaşan veya elçi olarak onların
başkentine giden Müslüman Türklerdi. Bunlardan Yirmisekiz Çelebi Mehmed’in
Babıâli’ye sunduğu sefaretnamesi Batı uygarlığının en gelişmişlerinden birisi
olan Fransa ve Fransız toplumu, kültürü, sanatı, sanayii, ekonomisi, tarımı,
ticareti, sağlık kuruluşları ve askerî eğitimi dahil birçok bilgiler Osmanlılar
üzerinde derin etkiler bıraktı.[3] Elçilik bu dönemde Osmanlı Devleti üzerinde
olumlu bir etki bırakmış ve Avrupai tarzdaki yenileşmenin öncüsü olmuştur.
1793 yılına
gelindiğinde ise Sultan III. Selim geçici olan elçilikleri ilk kez daimî
(ikâmet) elçiliklere çevirerek, Osmanlı diplomasisinde sürekli diplomasi
anlayışını başlatmıştır. [4]
İlk sürekli
Osmanlı elçiliğinin Fransa’da kurulması düşünüle bilirdi çünkü padişah III.
Selim, Fransa’ya karşı özel bir yakınlık duymaktaydı. Ancak, bu tarihlerde Fransa’da
bir devrim olmuş ve iktidara yeni bir rejim gelmişti. Henüz diğer devletler
tarafından tanınmayan bu rejimi Osmanlı Devleti ilk olarak tanıma cesareti
gösterememiş bu nedenle, Fransa’da sürekli elçilik kurulmasından bir süre
vazgeçmiştir.
Bu nedenlerden
dolayı ilk sürekli Osmanlı elçiliği, 1793 yılında İngiltere’ de kurulmuştu.
Londra’ya atanan ilk sürekli Osmanlı elçisi Yusuf Agâh Efendi’ydi. Padişah
tarafından Yusuf Agâh Efendi’ye “Büyük elçi” aşaması verilmişti. [5] Yusuf
Agâh Efendi’nin yanında, sır kâtibi Mahmut Raif Efendi, biri Müslüman, diğeri Hristiyan olmak üzere, iki maiyet
memuru ve iki Rum tercüman bulunmaktaydı.[6] Osmanlı Devleti’nde, azınlıkların Batı
dillerini iyi bilmelerinden dolayı, çok önemli görevlere getirilmişlerdir.
1793 yılında
Yusuf Agah Efendi’nin Londra’ya tayin edilmesinin ardından Paris, Viyana ve
Berlin gibi Avrupa siyasetinin belirlendiği büyük merkezlerde elçilikler
kurulmuş ve bunlar 1821’e kadar görev yapmıştı. Ancak daimi görevle gönderilen
elçilerin büyük bölümünün yabancı dil bilmemesi, Rum tercümanların,
maslahatgüzarların etkisinde kalmaları kimi zaman sorunlar çıkarıyordu. Yunan
ayaklanmasının başladığı dönemde Rum maslahatgüzarların Babıâli’ye yanlış
bilgiler aktarmaları sonucunda II. Mahmut bu görevlilerin hepsini birden
azletti.[7] Daim
elçilik uygulaması 13 yıl süren kesintinin ardından, tekrar II.Mahmud zamanında
1834’te yeniden başlamış ve bir daha da kesintiye uğratılmamıştır. [8] 18.
yüzyılda elçiler temsil görevlerinin yanı sıra Batıyı tanıma ve algılamada aracı
yol üstlenmişlerdir.
III. Selim’in
başlattığı bu süreç 1815 Viyana Kongresi ve sonrasında 1818 yılında yapılan ve
uluslararası kor diplomasi kurallarının belirlendiği Aix la Chapella
Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Bundan sonra diğer Avrupa devletleri
Osmanlı Devleti de uluslararası diplomasi kurallarını kabul etmiştir. [9]
Böylelikle Osmanlı Devleti, rakip bile olarak görmediği Avrupa devletlerinin
uluslararası kullarını kabul ederek, kendi belirlediği diplomasi kurallarını
terk etmeye mecbur hale getirildi.
Elçilerin Görevleri ve Sefaretnameler
Osmanlı
Devleti’nin, ilk devirlerinde yabancı devletlere yolladığı elçilerin sınıfı ve
derecelere ayrıldığı hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. 16. Yüzyıldan itibaren, Büyük
elçi veya Orta elçi olmak üzere
iki sınıfa ayrıldıkları ve nispeten basit bir memuriyetle ve ya yalnızca bir
mektup götürmek vazifesinde bulunan kişi Nameres
denildiği bilinmektedir. Bazen daha tali hizmetler için de zaman zaman Çavuş adı altında hariciye memurları
gönderilmiştir.
Kendilerine
elçilik görevi verilenlere, dönüşlerinde geri alınmak üzere, yurtdışına
çıkmalarından önce “ Defterdarlık”, Nişancılık”, “ Beylerbeyliği” ya da
“Kazaskerlik” gibi yetkiler verilirdi. “Orta elçi” olarak gönderilenlere
defterdarlık, nişancılık, veya Mekke rütbesi; “büyük elçi” olarak
gönderilenlere Rumeli veya Anadolu Beylerbeyliği; İran’a gönderilen elçilerden
ulema sınıfından olanlara ise, Anadolu Kadaskerlik rütbesi verilirdi. [10]
Osmanlı elçilerinin seçiminde, genellikle, büyük bir titizlik gösterilirdi.
Elçilerin, iki ülke arasında barış ve huzuru gerçekleştirecek ya da sürdürecek
nitelikte bir kişi olması gerekirdi.
Elçiler,
ün ve onur sahibi ve yabancı dil bilen kişilerden seçilirdi. Osmanlı Devleti’ni
ad hoc elçilik döneminde elçi seçimi
yapılırken bu koşullar aranmaktaydı. Hatta yabancı dil bilmelerinden dolayı,
16. yüzyılda, aslen Alman ya da Lehli olan bazı kişilerin de elçi yapıldıkları
görülmüştü.
Elçilik
olarak seçilenlerin çoğu, savaş sırasında esir olarak ya da küçük yaşlarda
İstanbul’a getirilip, Enderun okullarında okutularak, Müslüman olmuş bilgili
kişilerdi. Kökeni Türk olan Osmanlı elçileri ise, en iyi aileler arasında
seçilirdi.
Osmanlı Devleti,
elçilerini başlıca şu nedenlerle yabancı ülkelere gönderirlerdi. Barış
antlaşmaları ya da ticari sözleşmeler imzalamak, barış önerisinden bulunmak,
barış görüşmeleri ya da arabuluculuk yapmak. Herhangi bir antlaşmanın
maddelerini görüşmek, iyi dostluklar kurmak, var olan dostluk ilişkileri daha
da pekiştirmek. Osmanlı Devleti’nin alacaklarını toplamak, gönderiliği
ülkelerin Osmanlılar hakkındaki görüş ve politikalarını öğrenmek, Osmanlı
padişahının tahta çıkışını bildirmek, hediyeler götürmek, Osmanlıların
kazandığı zaferleri bildirmek, Avrupa krallarının taç giyme törenlerinde hazır
bulunmak, Avrupa krallarını sünnet düğünlerine çağırmak.[11]
Osmanlı elçileri genellikle çok kalabalık bir heyetle görev yerlerine
giderlerdi.
Elçilerin, diğer görevi ise Osmanlı diplomasi için
önemli bir yer teşkil eden sefaretname[12]
yazmaktı. Sefaretnameler, Osmanlı elçilerinin atandıkları devletlerde
yürütmekle yükümlü oldukları görevlerin başından gözlemek, izlemek ve
gözledikleri ile izlediklerini devletlerine rapor etmesine denir. Sefaretnamelerde,
genellikle betimsel nitelikte bilgiler yer alır, siyasal içerik yönünden
zayıftır. Osmanlı elçileri, sefaretnamelerinde daha çok protokol yöntem ve
kuralları üzerinde durulmuşlardır.
Osmanlı
elçileri, bulundukları devletlerde
yaşanan olayları ve gelişmeleri düzenli olarak Babıâli’ye rapor ederler ve bu
devletlerin politikalarını ve belli sorunlara ilişkin tutumlarını Babıâli’ye
iletirler ve Osmanlı Devleti’nin bu devletlerle yürüttüğü barış görüşmelerinde
ya da imzaladığı barış antlaşmalarında arabuluculuk rolünü oynarlardı. Ayrıca
atandıkları devletlerin sosyal kurumlarını inceleme, bu devletlerin teknik ve
bilimsel düzeyleri konusunda bir kanıya varma ve dillerini öğrenmeleriydi.[13] Elçiliklerde görevli memurların yabancı dil
öğrenmeleri Osmanlı Devleti’nin batılılaşmasında oldukça etkin bir rol
oynamıştır.
Sefaretnameler,
Batı’yı hemen hemen hiç tanımayan Osmanlı Devleti ve toplumu açısından, batılı
uluslara, bunların yaşayış biçimleri, âdet ve görenekleri ile medeniyet
düzeylerine ilişkin en doğru bilgi kaynağı olmuştur. Sefaretnameler, her ne
kadar siyasî içerik açısından zayıf olsa da, yer alan bilgiler Osmanlı
toplumunun yabancı devletlere ilişkin görüş ve düşüncelerini etkileyebilmiştir.
[1] Timuçin Kodaman- Ekrem Yaşar
Akçay,” Kuruluştan Yıkılışa Kadar Osmanlı Diplomasi Tarihi ve Türkiye’ye
Bıraktığı Miras”, SDÜ Fen Edebiyat
Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, S. 22, Aralık 2010, s. 81-82.
[2] “Grekçe asıllı bir kelime olan
diploma “ İkiye katlamış şey, kâğıt” anlamına gelir. Kelime eski Yunanca’da
“iki levha arasında yazılmış hukuk akdi” içinde kullanılmıştır. Latince’deki
karşılığı “ tavsiyenâme veya salâhiyet kâğıdı”dır. Ortaçağ’da resmi devlet
dairelerinde diploma yerine “ berat, mektup, belge” manalarına gelen charta,
epistola, littera, pagina, briet kelimeleri kullanılmıştır. Fransızca’da
diplome “şehâdetnâme, berat, imtiyaz” anlamı taşımakta; aynı kökten gelen
Diplomatik ise “ şehâdetnâm, imtiyaznâme ve eski ahid ve kanunlarla berat vb. şeyleri
halletme fenni”, daha geniş anlamda “ hukukî ve idarî önem taşıyan belge ve
resmî kayıtları malzeme ve muhteva yönünden inceleyen bilim dalı” şeklinde
tarif edilmektedir”. Bkz. Mübahat S. Kütükoğlu, “Diplomatik”, TDVİA, C.IX, Ankara, 1994, s.360.
[3] Mehmet Alaaddin Yalçın, “XVIII.
Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)” , Türkler, c.XII, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara, 2002, s. 763-72-73.
[4] Uğur Kurtaran, “Osmanlı
Diplomasi Tarihinin Yazımında Kullanılan Başlıca Kaynaklar İle Bu Kaynakların
İncelemesindeki Diplomatik Ve Metodolojik Yöntemler Üzerine Bir Değerlendirme”,OTAM, 38/ Güz, 2015, s.116.
[5] Hadiye Tuncer- Hüner Tuncer, Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler,
Ümit Yayıncılık, Ankara 1998, s.19.
[6] Ercümend Kuran, Avrupa’da Osmanlı İkamet Elçiliklerinin
Kuruluşu ve İlk Elçilerinin Siyasi Faaliyetleri 1793-1821, TKAE Yaınları,
Ankara 1968, s.15.
[7] Cengiz Orhunlu, “ Osmanlı
Devletinde Tercümanlık”, Atatürk
Konferansları, C.V, TTK, Ankara 1975, s.13-25.
[8] Mehmet İpşirli, “Elçi”, TDVİA, C.XI, İstanbul, s.9.
[9] Kurtaran, “Osmanlı Diplomasi
Tarihinin Yazımında Kullanılan Başlıca Kaynaklar İle Bu Kaynakların
İncelemesindeki Diplomatik Ve Metodolojik Yöntemler Üzerine Bir Değerlendirme”,
s.117.
[10] Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK,
Ankara, 1987, s.19-23.
[12] Osmanlılar da elçilik
heyetlerini belirtmek için kullanılan sefâret tabiri, aynı zamanda bu heyetin
başında yer alan elçileri / sefirin faaliyetleriyle ilgili olarak tuttuğu
raporları da tanımlayarak sefâretnâme teriminin oluşmasını sağlamıştır. Bkz.
Kemal Beydilli, “Sefâretnâme”, TDVİA, C., İstanbul, s.289.
[13] Tuncer, Osmanlı Diplomasisi ve Sefaretnameler, s.26-27-28.