Azad DADAYEV
Bu
günlerde “YILBAŞI VE NOEL KUTLAMALARI”nın güya Türklerin İslamiyet
öncesi dönemdeki geleneklerinden olduğunu söyleyenler türedi. Birkaç gün önce
de bir arkadaşımızdan buna benzer bir ifade duyunca:
“ -
KARDEŞİM O ÇAM BAYRAMI BU ÇAM BAYRAMI DEĞİL, DEĞİL İŞTE!.. BU BAS BAYA ‘ÇAN
BAYRAMIDIR…’ EL İNSAF YA!..”
demekten kendimizi alamadık doğrusu. Açıkçası o kadar üzüldük ki, eve geldiğimiz
de ise üstünü şöyle tamamladık:
Yahu
kardeşim ondan sonra biz “TALAS SAVAŞINA” davet edildik, bu
savaşta ABBASİLER safında yer alarak her zaman ki gibi kara belâsı
olduğumuz ÇİN’i hezimete uğrattık. Bu savaşta kısmen de olsa İSLAM’la,
İSLAM’ın
güzellikleriyle tanıştık. Daha sonra ABBASİLER bizi sınır boylarına
(Rabat/Ribat) yerleştirdi. BAĞDAT kısmen de olsa sayemizde en
ihtişamlı dönemini yaşadı. MU’TASIM döneminde SAMARRA’ya
(“Surra men raâ - göreni mutlu eden şehir” diyenler de var) yerleştirildik. SAMARRA
da sayemizde “BAŞKENT/PÂYİTAHT” oldu ve en ihtişamlı dönemini yaşadı. O kadar
ki BAĞDAT
gölgesinde kaldı. Sonrasında DANDANAKAN, MALAZGİRT SAVAŞLARI
falan derken İSLAM’la tamamen tanıştık. KARAHANLILAR, GAZNELİLER, SELÇUKLULAR, MEMLÜKLER
(KÖLEMEN), OSMANLILAR da derken İslam’ın bayraktarlığı tamamen bize
geçti. Sayemizde dünya rahat nefes almaya başladı. Lâ Fahrâ…
İslam olmadan önce “BOG,
BOGDO/BOJE, HUDA, KUDA/KUDAY, ALLA, OLLO, GOSPODİ, TANRI” diye ifade
ettiğimiz yüce yaratıcıya, İslam ile şereflendikten sonra sadece “ALLAH
AZZE ve CELLE” demişiz, “ÇAM AĞACI” ve “ÇAM BAYRAM”ını RAMAZAN
ve KURBAN’la tebdil etmişiz, bazı İslam’a zıt adet, an’ane ve
geleneklerden de vazgeçmişiz. Hatta o kadar ki zaman-zaman Necip Fazıl KISAKÜREK ve emsâli kızmış ve: “EĞER
GAYE TÜRKLÜKSE, BİLMEK LAZIMDIR Kİ, TÜRK MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRA TÜRK’TÜR!”
gibi ifadeler de kullanmışlardır. Dahası Müslüman
Türk olarak İSLAMİ TÜRK MEDENİYETİNİ dünyaya tevzi etmişiz. Daha önceleri TÜRK
eşittir KUTSAL iken, bu sefer TÜRK eşittir MÜSLÜMAN olmuştur (bugün
hâlâ Balkanlarda Türk oldum demek Müslüman oldum demekle eş değerdir). Batı bu
döneme karanlık çağdır diye hiç hatırlamak istemezken, biz “ALTIN ÇAĞ” diye tesmiye
etmişiz. İnanmayanlar buyurup bakabilir (https://www.youtube.com/watch?v=p-EccAiHNwY)
Derken, Haçlılar boş
durur mu hiç!?.. Romen devlet adamı DJUVARA’nın bize verdiği bilgiye göre
SALİBİYYÛN
OSMANLIYI (TÜRKİYE) PARÇALAMAK İÇİN TAM 100 PLAN hazırlamış meğer. Bu plan
hâlâ da devam etmekte ve canlılığını korumaktadır maalesef. İnanmayanlar buyurup
okuyabilir (http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiyeyi-parcalama-planlari/8924.html&filter_name=Yakup%20%C3%9Cst%C3%BCn).
Bunlar planlarını yer-yer hayata geçirip
kinlerini kusmaya devam ederken biz ise metin adımlarla ilerliyor ve kelimenin
tam anlamıyla Medeniyete yön veriyoruz. Öyle ki “İNSANI YAŞAT Kİ DEVLET YAŞASIN”
diye zaman-zaman “POSTTAKİLER TAHTTAKİLERİ” uyarırken, Padişahlar da bundan
mutluluk duymuşlardır. Kızıl elmamız ise her zaman “KONSTANTİNOPOLİS” olmuş.
Kısacası “ÇAMLAR” çoktan unutulmuş yeni hedefler belirlenmiştir. İSTİKAMET KONSTANTİNOPOLİS!!!...
Hareket noktamız ise Hz. Nebi’nin şu hadis-i şerifi: “KONSTANTİNOPOLİS MUTLAKA
FETHEDİLECEKTİR. ONU FETHEDEN KOMUTAN NE GÜZEL KOMUTAN, O ORDU NE GÜZEL
ORDUDUR.” Hadi-i şerifte ki övgüye mazhar olmak için daha önce
başarısız 20’ye yakın seferin düzenlendiğini bile-bile bir de biz bu kervana
katılmışız. Samimiyet ve kararlılık neticesinde ÇAĞ KAPATIP ÇAĞ AÇMIŞIZ. Lâ
Fahrâ… Sonra’dan, yani 21. Asırda bu ihtişamı unutup şöyle sitemler de etmişiz
ama olsun, yine de bizim tarihimiz. “Kendi düşen ağlamaz der” büyükler.
YENİDİR DİYE, SUNULAN HER ŞEYİ YUTTUK,
ÇAĞ AÇIP, ÇAĞ KAPATAN ECDÂDI UNUTTUK...
GÛYÂ ASRİLİKTİR DEDİK; YENİ YOLU TUTTUK,
SURDA AÇTIK BİR GEDİK (!),
HALKI UYUTTUK...
…Ve böylece KONSTANTİNOPOLİS olmuş İSTANBUL. Şairlerin âşık
olduğu, uğruna “ANA GİBİ YAR OLMAZ, İSTANBUL GİBİ DİYAR; / GÜLENİ ŞÖYLE DURSUN,
AĞLAYANI BAHTİYAR.” diye şiirler yazdığı ŞEHR-İ İSTANBUL!..
Derken, Yavuz Sultan Selim’le arlık “HİLAFET”
de bize geçiyor. Hatta o kadar ki Hicaz’a her sene mutâd ve muntazam olarak “SÜRRE
ALAYLARI” gönderiyoruz. Artık üç kıtaya hâkimiz, Amerika’dan eser
alamet yok, Ruslar daha ormanlarda, tabir caiz ise Dünya’ya hâkimiz, biraz daha
ileri gidecek olursak “MEDENİYETİN SINIRLARINI BİZ ÇİZİYORUZ,
MEDENİYETİN SINIRLARI BİZDEN SORULUR.” halde… Osmanlı tebâası olarak
müreffeh bir yaşam sürüyoruz, öyle “TÜRK-KÜRK” meselesi de yok elhamdülillah,
bunlarla uğraşacak zamanımızda yok zaten!..
Süleyman Çelebi’nin “VESİLETÜ’N-NECATİ”yle
Mevlid kutlamaları yapıyor, necat buluyoruz âdeta. Hatta bu kutlamalara Padişahlar
da iştirak buyuruyor. NOEL BABA’nın
(!) ise esâmisi dahi yok!!!.. Galiba dağlardan daha inmemiş… O kadar önemli
şeylerle meşkuluz ki Çam’ın, Çam Bayramı’nın (!) bizim olduğunu hatırlamıyoruz
bile…
Derken,
yukarı da mezkûr planlar yavaş-yavaş kanımıza işlemeye başlıyor. Osmanlıya
artık “HASTA ADAM” damgası vuruluyor. Aramıza tefrika girmeye
başlıyor. Çamlar yeniden yeşermeye başlıyor, Çınar’ımız bu sefer bizi Batı’dan
teşrif ediyor, Üstad’ın ifadesiyle; “ESKİ ÇINARLARIMIZ BU DEFA NOEL AĞACI”
olarak selamlıyor bizleri… 18. Asra kadar Batı’yı hiç kâle almayan, hatta ve
hatta Elçiyi dahi 18. Asrın başında gönderen Osmanlı ve tebaası birden Batı
hayranı oluyor. O kadar ki: “PARİS’E GİT HEY EFENDİ AKL-Ü FİKRİN VAR
İSE, / ÂLEME GELMİŞ SAYILMAZ GİTMEYENLER PARİS’E.”diye de halk arasında adeta tellallar
dolaşmaya başlıyor maalesef. Batının ilmini alacağız derken bu sefer Kültürüyle
dönüyoruz. Kültür de gitti millet, halk bitti demektir.
Hal
böyle olunca da Batı hayranlığı zirveye çıkmış Batıdan ithal Noel’e de “AAA
ÇAM AĞACI MEĞER BİZİMMİŞ, ÇAM BAYRAMI BİZDE DE VARMIŞ ZATEN” diye “MAL
BULMUŞ MAĞRİPLİ” gibi kendimizi avutmaya başlamışız. Üstad Necip Fâzıl
misali; “İSLAM BATIDAN GELSE NEREDEYSE KABUL EDECEK” duruma gelmişiz.
İşte bu durum bizleri dümûra (çöküş) uğratmıştır maal esefi’l şedîd. Sonrası
ise malum…
YILBAŞI, NOEL, FİŞEK…
OYUN, EĞLENCE İÇKİ VE ŞİŞEK…
“NOEL’DE NEREDEN AYOL” DİYENLERE,
“ÇAM BAYRAMIMIZ AGAM” DİYE DEPİŞEK…
Türkler de “ÇAM
BAYRAMINI” bu kadar merak eden kardeşim!.. Merakını giderme adına,
aslen KUMUK Türkleri’nden olan, Moskova doğumlu Murat ADJİ’den okuyalım. Tüm
bunlardan sonra bu metin yanlış anlaşılmayacağına göre artık okuyabiliriz.
BUYUR:
“Altay’daki çamlar, her zaman, şaşılacak kadar
güzeldiler. Oklar gibi düzgün. Çam, eskiden Türklerde mukaddes ağaç sayılırdı.
Onu eve ‘alırlardı.’ Onun şerefine, daha üç-dört bin yıl önce, insanların
putlara tapındıkları zamanlarda, bayramlar düzenlediler…
Bayram, ilkin Dünyâ’nın merkezinde, tanrıların ve
ruhların dinlendikleri yerde yaşayan Yersu’ya
adanırdı. Yersu’nun yanında, gür beyaz sakallı bir
ihtiyar olan ÜLGEN bulunurdu. İnsanlar, onu dâimâ, zengin
kırmızı kaftan içinde gördüler. ÜLGEN, aydınlık ruhların reisi idi. O, altın kapıları olan altın
yer-altı sarayında, altın bir taht üzerinde oturmaktaydı. Güneş ve ay, ona
itaat ederlerdi…
Çam bayramı kışın en soğuk zamanında, karakışta 25
Aralık’ta yapılırdı. O zaman gün geceye gâlip gelirdi. Ve güneş, toprak
üzerinde biraz daha uzun süre kalırdı. İnsanlar, Ülgen’e duâ ederler, güneşin
dönüşü için ona teşekkür ederlerdi. Duâların işitilmesi için Ülgen’in sevgili ağacı olan
çam süslerlerdi. Onu eve getirirler, dallarına parlak kurdelalar bağlarlar,
yanına hediyeler yığarlardı… (BUGÜN DE AĞAÇLARA DİLEK BAĞLAYANLAR GİBİ…)
Bütün gece, güneşin karanlığa gâlibiyeti hâdisesi
dolayısıyla eğlenirlerdi. Bütün gece ‘KORAÇUN, KORAÇUN’ diye
bağırırlardı. Böylece bayramı ‘KORAÇUN’ diye adlandırdılar; bu söz, eski
Türklerin dilinde, “azalsın” mânâsına geliyordu... Yâni, gece azalsın, gündüz
artsın.
Çamın etrâfında sabaha kadar ‘İNDERBAY’ adı
verilen bir halka (dâirevî) oyunu oynarlardı: insanlar, güneşi sembolize eden
dâireye katılırlardı. Böylece, semâvî ışık vereni (güneşi) geri dönmeye
çağırırlardı. Herkes, en mahrem dileğin, esrârengiz bu gecede, değişmeden
gerçekleşeceğine inanırdı.
Gerçekten de ÜLGEN, bir kere olsun red cevâbı vermedi, hayatta bir kere olsun mahcup
etmedi: Bayramdan sonra gece dâimâ kısaldı; kızıl güneş ise, hep, gökyüzünde
daha uzun, daha uzun süre kaldı.
Çam, ‘ÜLGEN’İN AĞACI’ diye adlandırıldı. O, tanrıların
ve ruhların yeraltı dünyâsı ile insanların dünyâsını birbirine bağlardı. Çam,
ok gibi, yukarıya, gökyüzüne çıkan yolu gösteriyordu... Rusça’daki ‘YOLKA’ kelimesindeki ‘YOL,’ Türkçede ki ‘YOL’ kelimesinden doğmuştur. İşte ağacın adının geldiği yer!..
Bunca yüzyıl geçti, ama eski bir bayram
unutulmadı. Yeni yıl ağacı (çam) bayramı, bugün herkesin mâlumu! Ülgen,
gerçekten, yeni bir ad ‘AYAZ ATA’ (DED MAROZ, SANTA KLAUS, ŞAHTA BABA, NOE BABA [Doğu
toplumlarında niye baba (!) olduysa, o da farklı bir garabet]) aldı; fakat onun bayramdaki rolü ve kıyâfeti aynen kaldı.
Eskiden olduğu gibi, çamların çevresinde halka
oyunu oynuyorlar. KİMSE, KONUNUN FARKINDA DEĞİL... Bu arada, kaftan, şapka,
kuşak, deri çizme yâni Ayaz
Ata’nın kıyâfeti de eski Türklerin gardırobundan. Onlar, tıpatıp böyle bir
kıyâfet içinde dolaşıyorlardı. Arkeologlar, bunun doğruluğunu mükemmel bir
şekilde ispat ettiler…” (Geniş
bilgi için bkz: ADJİ, Murad, Kıpçaklar; Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim
Tarihi, çev, Zeynep Bağlan ÖZER, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, ss,
47-50.)
Yeniden
başa dönecek olursak evet, NOEL ve ÇAM BAYRAMI tüm dünya’ya (belki) biz
Türklerden yayılmış olabilir ama dönüşü “TÜRKÇE” olmadı maalesef. Dolayısıyla
daha dikkat ve rikkatli olmalı, âmiyane bir üslupla diyecek olursak “malı-mala
katmamamız.” konusunda daha dikkatli olmalıyız.
Son
olarak “hitamuhu misk” kâbilinden milli şairimiz Mehmet
Âkif ERSOY’un şu münâcaâtıyla bitirelim:
“YA RÂB! BÖYLE Mİ OLACAKTI BENİM CENNET YURDUM?
BAKTIMDA ETRAFIMA YALNIZIM AĞLADIM DURDUM...
BİR MÂNÂ VEREMEDİM, ŞU MİLADİ YILBAŞINA!
ŞAŞTIMDA KALDIM, MÜSLÜMANLARIN VAH TELAŞINA!..
ÇEVİRDİM BAŞIMI, NEREYE ETTİMSE BİR NAZAR,
GÖRDÜM Kİ ‘NOEL’ İÇİN HAZIR, YER-YER ÇARŞI-PAZAR…
HAYKIRMAK GELMİŞTİ İÇİMDEN, SESLENDİM MİLLETE,
HEYHÂT! DUYURAMADIM, NE AHMED’E NE MEHMED’E…
YA RÂB! KURTULSUN! HİDAYET VER BU MİLLETE,
İSLAMA GELSİN MİLLETİM SON VERSİN ŞU ZİLLETE…”