Azad DADAYEV
“Ant
etkenmen milletimniñ yarasını sarmağa
Nasıl
bolsun eki qardaş birbirini körmesin?..”
Bu
dizelerle başlayan şiir, 9 Aralık 1917’de toplanan “Kırım Türkleri Millî Kurultayı”ında
“Millî
Marş” olarak okunmuş ve muhtemeldir ki 1944 Sürgünü sonrası da Kırımlıların
“Vatana
Dönüş Mücadelesi” için ilham kaynağı olmuştur.
Kırım
Türkleri… Ahıskalı Türklerle aynı kaderi paylaşan bir diğer Türk topluluğu… Her
ne kadar bazı çevrelerce “Tatarlar” olarak bilinse de
kanaatimizce doğru bir tabir değildir. Zira kadim Türk yurdu olan Kırım, aynı
zamanda Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Bozkırı)
coğrafyasının bir parçasıdır. Bununla beraber “Tavırlar, İskitler, Hunlar,
Kuman- Kıpçaklar, Altın Orda, Hanlıklar ve Osmanlı dönemleri”nden sonra
da Rusların hâkimiyetine sahne olan Kırım, tarih boyu toplumların buluşma
noktası olmuştur. Dolayısıyla Altın Orda bâkiyesi olan Kırım Türkleri
Kıpçaklara mensup bir Türk Boyu olarak bugün varlığını devam ettirmektedir. Nitekim
sırf Müslüman Türk Boyu olduğu için de ister Çarlık Rusyası isterse de Sovyet
Rusyası tarafından diğer azınlıklar gibi “Kırım, Kıyım ve Soykırım”lara maruz
kalmışlardır. Bu hazin serüveni sağır Dünya’ya duyurmaya çalışan yine Kırımın
bağrından çıkan, tabir caiz ise bağrı yanık Cengiz DAĞCI olmuştur. Zira
DAĞCI’nın, “Onlar da İnsandı”, “Korkunç Yıllar”, “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Ölüm ve
Korku Günleri” gibi romanları okuyucularının adeta yüreklerini
dağlamaktadır.
Evet,
Karadeniz’in Kuzeyinde stratejik bir mevkide yer alan Kırım da, aynen Ahıska
gibi Rusların odağı olmuştur. Bu mânâda “İstanbul Kilidi” diyebileceğimiz bu
beldeler daha sonra Rusların istilasına maruz kalarak netice itibarıyla sürgünle
sonuçlanmıştır. Şöyle ki; Fatih döneminde Devlet-i
Aliye’ye ilhak olan Kırım, 1774’de Kırım Hanlığının Osmanlı himayesinden
çıkarılmasıyla, Rus istilasına uğramış ve çeşitli baskılarla bölgede
yaşayanların hayatı karanlık bir ortama çevrilmiştir. Nitekim Rus istilasından
sonra toplu göçler başlamış ve 1785-1800, 1828 - 1829 ve 1860 - 1861 yılları
arasında bu göçler hız kesmeden devam etmiştir. Dolayısıyla bu göç ve sürgün
neticesinde XX. Yüzyılın başına kadar yaklaşık 1.200.000 kişinin terk-i diyar ettiği
tahmin edilmektedir. (Geniş bilgi için bkz: DEVLET, Nadir, Rusya Türklerinin Milli Mücadele
Tarihi [1905-1917], 2. Baskı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1999,
s. 17.)
1791’de Ruslarla
Osmanlı arasında imzalanan “Yaş Barış Antlaşması”yla Devlet-i Âliye,
Kırım’ın Rusya’ya ilhakını resmen tanımak mecburiyetinde kalmıştır. Bir
zamanlar Ruslar için büyük tehlike arzeden, hatta küçük bir kara devleti olan “Moskova
Knezleri”nin Osmanlıyla görüşmesine aracılık yapan Kırım Hanlığı, artık
tamamen Rusların istilasına girmiş oluyordu. Zira ana hedefleri Osmanlı,
emelleri sıcak denizlere inmek olan Rusların ilerlemesi için artık bir engel
kalmamıştır.
Bu emel doğrultusunda Çar
I. Nikola’nın ağzıyla Osmanlıya “Hasta Adam” lakabını takan Çarlık
Rusya, Devleti Aliye’nin daha fazla gelişmesine fırsat vermemek için, bazı
bahanelerle Osmanlıyı sürekli tahrik etmiştir. Bu tahrikler sonucu Osmanlı
1853’te “Kırım Harbi”ne girmiş ve 1856’da yapılan “Paris Antlaşması”yla bu
savaşta sona ermiştir. Bütün çabalara rağmen Osmanlı Devleti Kırım’ı elde
edemediği gibi Kırım’da da mezâlim hiçbir zaman susmamıştır. Bunun bir neticesi
olarak da takip eden yıllarda yaşanan mezâlimler “Destan ve Şiirlerle”
dile getirilmiştir. Zira mezkûr mezâlim “Kırım Destanı’nda şöyle tavsif
edilmektedir:
“Takdir-i
ezelden emri Hüdâ’nın,
Böyle
iken yazı geldi zuhura…
Zulüm
ateşine düştük ne çare,
FENA MÜŞKÜL OLDU HALİ
KIRIM’IN!..
Bahçesaray
şehrinde yapıldı kışla,
Ciğerler
püryan oldu ateşle…
Yalvardık
Krala; ‘Bizi bağışla!’
FENA MÜŞKÜL OLDU HALİ
KIRIM’IN!..
Kalmadı
Kırım’ın şanı şöhreti,
Terk
etmeyiz din yolunda gayreti…
Yol
buldukça vazgeçmeyin hizmetten,
FENA MÜŞKÜL OLDU HALİ
KIRIM’IN…”
(Destanın tamamı için bkz: ÖZENBAŞLI, Ahmet, Çarlık
Hâkimiyetinde Kırım Faciası, 1. Baskı, Kırım Halkbilim Araştırma
Gençlik ve Spor Kulübü Derneği Eskişehir 2004, ss. 66-68.)
Kırım mezâlimi sadece
Çarlık Rusya’yla kalmamış Sovyetler Birliği döneminde de devam etmiştir. 1940’lara
gelindiğinde ise bu mezâlimle beraber toplu katliamlara da yer verilmiştir.
Bunlara maruz kalanlardan biri de Kırım Türkleriydi. Esasında Sovyetler
Birliği’nde toplu sürgünler ilk kez 1944 senesinde yaşanan bir olay değildi.
Özellikle 1930’lu yıllar ile 1950’li yıllar arası birçok halkın yaşadıkları yerlerden
sürülerek ülkenin başka bölgelerinde, zor şartlar altında yaşamaya terk
edildikleri dönem olarak hatırlanmaktadır. Zira Sovyetler Birliğinin izlediği bu
sürgün politikası sonucunda, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkede
toplam olarak 3.332.580 kişinin, yaşadığı topraklardan çıkartılarak Sovyetler
Birliği’nin diğer bölgelerine yerleştirildiği ve 1948-1949 yıllarında bu
sayının ölüm, sürgünlükten serbest bırakılma gibi sebeplerle 2.275.900 kişiye
indiği belirtilmektedir.
Bütün bunlarla beraber II. Dünya Savaşı sırasında yapılan
toplu sürgünlerin genel bilançosunu verecek olursak şöyle devam edebiliriz:
Sovyet Almanı
|
774.174 kişi
|
Kulakler (Her halktan mevcut zengin
köylüler)
|
557.121 kişi
|
Çeçen-İnguş
|
400.478 kişi
|
Tatar (Kırım Türkü), Bulgar ve
Kırımlı Rum
|
193.959 kişi
|
Savaş tutsağı Alman
|
121.459 kişi
|
Vlasovcu (Savaşta Alman safında
yer alan Rus askeri)
|
95.386 kişi
|
Ahıskalı Türk, Kürt, Hemşinli
|
86.000 kişi
|
Kalmuk
|
81.673 kişi
|
Karaçay
|
60.130 kişi
|
Balkar (Malkar)
|
32.817 kişi
|
Yukarıda da yer yer ifade
ettiğimiz gibi Stalin dönemi toplulukların sürgün operasyonu II. Dünya
Savaşı’nın yoğun olarak hissedildiği ve Alman işgalinin yaşandığı Kırım’da da
kendini göstermiştir. Kırım’ın Alman işgalinden kurtarılmasından sonra, Sovyet
hükümeti tarafından süratli bir şekilde bölgenin Slav olmayan unsurlardan
temizlenmesine başlanmıştır. Bunun yanısıra savaş sonrasında Kırımlı Türkler
Kremlin iktidarı tarafından “Alman İşbirlikçisi” olarak suçlanıp
toplu sürgüne tabi tutulmuşlardır.
Bütün bir halkı
topraklarından çıkaracak olan sürgün operasyonunun tarihi, Stalin tarafından
yayınlanan kararnamede 20 Mayıs olarak tayin edilmiş olmasına rağmen, bu tarih Beriya’nın talimatıyla iki gün
önceye alınmış ve Kırımlı Türklerin sürgünü 18 Mayıs 1944’te saat 03.00
civarında başlamıştır.
Ahıskalı Türklerle aynı
kaderi paylaşan Kırımlı Türklerin sürgünü de son derece insanlık dışı olmuştur. Organize
ve zamana karşı oldukça titiz bir şekilde yapılan operasyonlar “potansiyel
tehlikeli” olarak nitelendirilen kişilerin tutuklanmasıyla başlamıştır.
Yetişkin erkeklerin büyük bir bölümü Sovyet ordusuna alındığı için, geride
kalanların büyük çoğunluğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar meydana getiriyordu.
Sovyet askerleri gecenin bir vakti, daha önceden tespit olunan Kırımlı
Türklerin evlerine zorla girerek insanları uykularından kaldırmış ve 15 dakika
içinde bulundukları yerlerin meydanında toplanmalarını söylemişlerdi.
Ne olup bittiğini anlamayan ve uykunun vermiş olduğu
şaşkınlığı da üzerinden atamayan Kırımlı Türklerin yanlarına, kararnamede
belirtilenin aksine sadece taşıyabilecekleri eşyalarını almalarına izin
verilmiş, birçok yerde buna dahi müsaade edilmemiştir. Necip HABLEMİTOĞLU “Yüzbinlerin
Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı” isimli kitabında mevzu ile ilgili olarak
şu cümlelere yer vermektedir: “18 Mayıs’ı
19’a bağlayan gece, şehir ve kasabalarda yaşayan Türklerin tamamı kendi
evlerinde, silahlı askerlerin baskısına uğruyor. Kendilerine çevrilen ‘Thompson’ların
(Kalaşnikof’a
benzer silah türü)
namluları karşısında, elleri
kaldırılarak ve duvar dibine dizilerek şu emri alıyorlar: ‘Elde götürecek
eşyanızı alın ve 15 dakikada hazır olun…’” (Bkz: Necip
Hablemitoğlu, Yüzbinlerin Sürgünü Kırım’da Türk Soykırımı, 1. Baskı, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, İstanbul 2004, s. 66.)
Uzun süren bir yolculuktan sonra sürgüne maruz kalmış Kırımlı
Türkler, Sovyet yönetimi tarafından daha önceden tespit edilen yeni yerleşim
yerlerine vardılar. 4 Temmuz 1944’te Beriya tarafından açıklanan bu insanlık
dramının sonuçlarına göre, Kırımlı Türklerin tamamı gönderildikleri yerlere ulaşmış,
bunlardan 151.604 kişi Özbekistan’a, 31.551 kişi de Rusya Federasyonu’nun
çeşitli bölgelerine yerleştirilmişti. Ancak bu açıklamanın yapıldığı tarihte
Kırım Türkleri henüz yeni yerlerine ulaşmış değillerdi. Dolayısıyla Beriya’nın
yapmış olduğu açıklamadaki verilerin de gerçeği yansıtmadığı anlaşılmaktadır.
Böyle olmakla beraber, bu durumun Sovyet yönetiminden hiç kimsenin umurunda
olmadığı, onlar için sürgünün başarıyla gerçekleşmiş olmasının daha önemli
olduğu gözükmektedir.
Kırım Sürgünü sonrası
yaşanan bu elim hadise ise olayın vahametini açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Şöyle ki; “Kırım Türklerinin 3 gün içinde
tamamen vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelenmesi
şerefine 19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev
alanlar Sovyet yönetimi tarafından mükâfatlandırılmıştı. Ancak tören sırasında
gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk köyünün unutularak boşaltılmadığını
gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat köyünün halkı
balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylülerdi. Kobulov adamlarına iki saat
içinde orada tek bir Kırım Türkünün kalmaması yönünde emir verdi. Oysa Kırım
Türkleriyle dolu yük katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkânı
yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir
gemiye bindirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin en derin yerine
getirilerek ambar kapakları açıldı ve gemi içindeki insanlarla birlikte
batırıldı. Bu olay sonunda Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan
tek bir kişi bile olmamıştı. Bu operasyondan sonradır ki, Kobulov Kırım’ın
Türklerden ‘tamamen’ temizlendiğini belirten raporunu iletebilmiştir.” (Bkz:
ÖZCAN, Kemal, Kırım
Dramı, 1. Baskı, Babıâli Kültür Yayıncılığı, İstanbul 2010, ss. 75-76.)
Stalin’in
insanlık dışı bu uygulamaları onun ölümüyle birlikte kısmen son bulmuştur.
Yerine geçen KHRUŞÇEV, 1956’da Komünist Parti XX. Kongresinde yaptığı bir
konuşmada ülkede meydana gelen bütün kanunsuzluklardan ve gayr-i insanî
olaylardan Stalin’in sorumlu olduğunu belirterek, onun döneminde birçok
topluluğun yaşadıkları yerlerden sürgün edilip haksızlığa uğradığını itiraf
etmiştir. Daha sonra peş peşe çıkan kanun ve kararnamelerle sürgüne maruz kalan
toplulukların itibarları iade edilmiş, vatanlarına dönmelerine izin verilmiştir.
Yalnız Ahıskalı Türkler ve Kırımlı Türkler bu haktan mahrum kalmışlardır. Bu
uygulama, Sovyet yönetiminin Türkiye ile yakın ilişkileri olan, Türk sınırına
yakın bölgelerde yaşayan Kırım ve Ahıskalı Türklere karşı takındığı tutumun
değişmediğini göstermiştir.
Bütün bunlar ve nice mezâlim
Kırımlı Türkleri yıldırmadı ve dahi dâvâlarından vazgeçirmedi, vazgeçiremedi.
Baştaki Marşta da ifade edildiği gibi “Milletin yarasını sarmaya hep bir ağızdan
ant içtiler” ve bu kutlu dâvâda başarılı oldular. Zira 1990 sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılması
ve Ukrayna’nın bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, Kırım da Özerk Cumhuriyet
statüsünü kazanmış ve sonuç itibarıyla Kırımlı Türklere de vatanlarına geri
dönme izni verilmiştir.
Bugün,
Ahıskalı Türkler hariç Stalin dönemi sürgün halkların tamamı vatanlarına
dönmeyi başarmışlardır. ABD dâhil Dünya’nın 10 Ülkesinde dağınık bir şekilde
yaşayan Ahıskalıların bu dâvâsı ise hâlâ devam etmektedir.