Azad DADAYEV
(NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi,
Doktora Öğrencisi
Konya / Karatay)
Yaklaşık
birkaç ay bundan önce “bu dünya’da yaşayan bu dünya’dan olmayan”
diye tavsif edebileceğimiz Hacı Hasan ÇOPUR isminde bir zât-ı muhteremle
tanıştık.
El emeği, göz nuruyla maişetini karşılama adına demircilik yapmış, bunun yanı sıra 10 sene ney üflemiş olmasına rağmen tevazuundan “neyzen olmadığını söylemesi,” ilaveten soyismiyle mâruf “Hacı Çopur İş Hanı”nda mütevâzı bir odada oturması, eskimeyen bir tâbirle “İstanbul Beyefendisi” olduğunun da bir tezahürüydü. Oysaki bugün, “iki kitap okuyanın kendisini âlim, biraz ney meşk edenin de zâtını neyzen olarak gördüğü” bir dünya’da yaşıyor olmamız “ne kadar küçük şeylerle kendimizi tatmin ettiğimizin” bir göstergesi değil midir?
El emeği, göz nuruyla maişetini karşılama adına demircilik yapmış, bunun yanı sıra 10 sene ney üflemiş olmasına rağmen tevazuundan “neyzen olmadığını söylemesi,” ilaveten soyismiyle mâruf “Hacı Çopur İş Hanı”nda mütevâzı bir odada oturması, eskimeyen bir tâbirle “İstanbul Beyefendisi” olduğunun da bir tezahürüydü. Oysaki bugün, “iki kitap okuyanın kendisini âlim, biraz ney meşk edenin de zâtını neyzen olarak gördüğü” bir dünya’da yaşıyor olmamız “ne kadar küçük şeylerle kendimizi tatmin ettiğimizin” bir göstergesi değil midir?
Bu
mânâda Hasan dede ismiyle müsemmâ bir zât-ı muhterem. Samimiyetinden her kesi
kendisi gibi bilen, boş işlerle asla uğraşmayan, “mes’ul olduğu şeylerle meşgul
olan” kendi halinde tam bir İstanbul beyefendisi. Her ne kadar yaptığı
işleri yine tevazuundan “boş iş” diye telakki etse de, gayet
iyi bilmektedir ki mukaddes bir vazifeyi icra etmektedir. Hatta o kadar samimi
birisi ki bizim Azerbaycan’da yaşayan “Ahıskalı Türkler” olduğumuzu
öğrenince, gayet ciddi bir edayla ve hayretler içerisinde şunları söyledi:
“ - Geçenlerde bir yakının Kırgızistan’a
gitmişti. Ehl-i İslam olan bir belde de içki içiliyormuş. Keşke de duymamış
olsaydım. Çok üzüldüm, çok…”
Mezkûr
cümle kelimesi kelimesine kendisine ait. Şimdi kısmen de olsa anlaşılmıştır
neden “bu dünya’dan olmayan” birisi diye tavsif ettiğimizi. Üzülerek
ifade edelim ki Mevlana şehri olmasına rağmen Konya’da bundan hâli değildir. Tabii
ki Hasan dede bunları söylerken bendeniz hayâlen “yetmiş yıl Sovyet istilasında (bu açıdan) meşakkatli yıllar geçiren
Azerbaycan’ı ziyaret ediyordum.” Orada da durum pek iç açıcı değildi amma
şurası da bir gerçek ki yavaş-yavaş öze dönüş başlamış ve hızla devam
etmektedir. (Bkz: BÂKİLER, Yavuz Bülent, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır,
Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009.)
Konya
Yazma Eserler Bölge Müdürü Bekir ŞAHİN beyefendi kendisiyle ilgili yazmış
olduğu “Hasan Çopur Kütüphanesi” isimli makalesine onu tam mânâsıyla
tavsif eden şu muhteşem tespitle giriş yapıyor: “Sessiz esen rüzgâr hayat vericidir, serinletir nefes aldırır. Sessiz
ırmağın derinliği, altındadır. Çağlamak köpürmek yerine dinlendirici ve güven
vericidir. Kaynağından itibaren bereket ve hayat dağıtır. Sessiz ve yavaş yağan
kar taneleri metrelerce yükselir. Ağır ağır erir ve akar, ama toprağın
derinliklerine kadar inerek canlılara hayat verir.” (Geniş bilgi için bkz: “Hasan
Çopur Kütüphanesi” http://konyaarastirmalari.blogspot.com.tr/2013/03/hasan-copu-kutuphanesi.html)
Kendisi
Konya kültürünün sevdalısı, şehrin hafızası, “belge, bilgi ve kaynak”
toplama işine bütün benliğini âdeta vakfetmiş numûne-yi timsâl bir Konya
çelebisi. Nitekim kendi ifadesiyle; “Şiârımız, kitap, belge ve fotoğrafta Konya
ve Konyalılar.” Yani, sahaflar başta olmakla nerede ve kimde Konya’yla
ilgili bir konu varsa hiç zaman kaybetmeden derhal satın alıyor ve arşivine
kazandırıyordu. İşini o kadar aşkla yapıyor ki belge alım konusunda karşı taraf
bütün servetini isterse dahi vermeye hazır âdeta. Hatta tanışma faslından sonra
bizzat yaşamış olduğu hazîn bir vaka’yı da (tabii ki görene, köre ne!)
nakletmeden edemedi. Derin bir hayale daldı ve önce tavsiyeyle başlayarak şöyle
devam etti: “Şunu asla unutmayın ki hiç
kimsenin malı kendinde kalmaz gençler!.. Bu dünya’dan giderken dahi sadece
kefenle gidiyoruz. Yani ‘Mülk sadece Allah’a ait’tir. ‘Mahkeme kadıya mülk
olmadığı’ gibi bu Dünya’dan da bize yâr olmaz. Bunları niçin anlatıyorum
biliyor musunuz? Adamın birisi beni duyunca birkaç gün önce geldi ve birkaç
kültürel değer ifade eden eşyalarını sattı. Hata Anne - Babasının resimlerini
dahi sattı. İyi ki Rabbim benimle karşılaştırdı. Belki başka şeyleri de har
vurup harman savurmuştur. Bu çok üzücü bir olay. Bir toplumun kültürü
kesinlikle korunmalıdır gençler! Kültürü yok olan bir toplum zaten yok olmuş
demektir.” Hasan dede bunları anlatırken ben yıllar öncesine gittim. Sovyetler
sonrası bizim yaşadığımız köylerde de Ecdâd’dan tevârüs eden bazı eşyalar “Majar/Macar
ve Mahmudiye” başta olmakla satılıyordu maalesef. Sevindirici bir
haldir ki farkına bir an önce varıldı ve satış olayı durduruldu. Oysaki hâlâ
sürgün hayatı yaşayan biz Ahıskalı Türklerin kültürel değerlerine daha sıkı
bağlanması icab etmez mi!?.. (Geniş bilgi için bkz: “Ahıskalı Türklerde ‘Mahmudiye’
ve ‘Katha’ Kültürü Üzerine Bir Deneme...” http://www.ajansahiska.com/makale/ahiskali-turklerde-mahmudiye-ve-katha-kulturu-uzerine-bir-deneme_m8.html)
Yetmiş
yaşını aşkın bir genç diyebileceğimiz Hasan dede, aynı zamanda “sessiz sedasız mütevazı bir şekilde Konya
tarih ve kültürünün yedieminliğini üstlenmiş” bir Konya sevdalısı. Zîra 1954
yılından bu yana Konya ile ilgili “yüzlerce
fotoğraf, binlerce kitap ve değişik belgeler mevcuttur. Fotoğraf, makale,
harita, Konya giysileri; mıhlama, kırkpare seccade, Kıvratma damat ve ihtiyar
gömlekleri, Konya’da dedesinin Ermenilere dokuttuğu halılar, değişik mektup
örnekleri” tarihi eşyalar koleksiyonunda bulunmaktadır. Bizlere de “örnek teşkil edecek bu nâdide davranışıyla”
deyim yerindeyse “hiç boşa kürek çekmemiş” Hasan dede. Bu tutumu bir hâtıramızı
canlandırdı. Japonların başarısından bahisle tarih muallimimiz derdi ki: “ - Japonlar dünyanın naz-u nimetlerini
bizlerden daha iyi kullanıyorlar çocuklar! Hâlbuki tam tersi olması icap etmez
mi? Bir Japon hiçbir zaman boşa yaşamaz, boşa zaman geçirmez Hatta yolda
giderken düşse dahi ‘boşa düşmüş olmayayım’ diye yerden bir taş alır. Ki, ‘ne
zamansa lazım olur kullanırım’ diye.” Hocamızın
Hasan dededen haberi olsaydı fikrinden dönmese de muhtemel ki bundan sonra
vereceği misalini genç fidanlara Hasan dede üzerinden verirdi. Böylece
misallerimiz de örnek olmaktan çıkar (Zîra örnek, Ermenice “Orinagin”den dilimize
musallat olmuştur) ve böylece millileşmeye doğru bir nebzede olsun yol almış
olurduk.
Evet,
Hasan Çopur dedeyle tanışmamız böyle oldu. Lâkin tanışmamızın asıl sebebi
Artvinli olduğunu söyledikleri için “Atabek Yurduyla” ilgili bilgi
amaçlıydı. Daha sonra konuşmamız esnasında anne tarafından “Atabek Yurdu”ndan
olduğunu söyledi. Şöyle ki; Annesi aslen Artvin/Ardanuçlu olup, 93 harbi
sonrası bölge (Elviye-yi Selase. Ki, o zaman Artvin Batum’un bir ilçesiydi) Çarlık
Rusyasına geçmesiyle ızdırâb dolu yıllar başlamış, hal böyle olunca da birçok
aile gibi bu aile de Anadolu’ya göç etmek mecburiyetinde kalmış, sonrasında ise
Konya’ya Çopur ailesine gelin gelmiş. Aslen Alanyalı olan Hüseyin oğlu Hasan
ÇOPUR dede ise, 1934 Konya doğumlu. Beş batın önce dedeleri Alanya’dan Konya’ya
göçmüşler. Konya’ya tahsile gelip aynı zamanda burada bir medrese kurmuşlar.
Hasb-i
hâlimiz esnasında annesinin doğum tarihini hicri rakamla söylemesi eskiye dair
iyi bilgili olduğunun bir deliliydi. Zîra Annesi Hicri 1328 doğumluydu. Ki, bu
da Miladi takvimle 1910’a tekabül etmekteydi. Annesinden dinlediğine göre “93 Harbi sonrası herkes Rusların zulmünden
kurtulmak için, çoluk çocuğuyla beraber Anadolu’ya göç ediyormuş. Kimisi de yolda
donarak hayatını kaybetmiş.” Hatta anne tarafından dedesinin “yolda
donarak vefat ettiğini” hüzünle ifade etti. (Bu hazin tablolar için
bkz: ZEYREK Yunus, Bu Dosyayı Kaldırıyorum, Ankara 2007)
Konuşmamız
yaklaşık bir buçuk saat sürdü. İlerlemiş yaşına rağmen işine aşkla, şevkle
sarılmasından olsa gerek ki birkaç saat dahi konuşabiliriz diyordu Hasan dede. Bu
tutumu bendenize muallim Mahir İZ’i hatırlattı. Onunda bir işi yaptığı zaman
samimi ve içten yaptığını söylerler. Konuyla ilgili “Yılların İzi”ni
okuyanlar illa ki tasvip edeceklerdir. Daha sonra konuyu “Osmanlının İskân Politikası”na
getirerek kendisine şöyle bir soru sorduk:
- Efendim Osmanlı Ahıska
Bölgesine iskan politikası uygulamış mıdır?.. Zîra Ahıskalılar arasında şöyle
bir rivayet dolaşmaktadır ki; Bölge Osmanlıya ilhakından sonra, oraya “Konya,
Yozgat, Tokat”tan iskân uygulanmıştır. Her ne kadar biz araştırmalarımızda
böyle bir belgeye rastlamasak da son dönemlerde yazılan bir eserde kaynak
gösterilmeksizin aynen şu ifadeler yer almaktadır: “1573 (doğrusu 1578’dir) senesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun Gürcistan’ı
fethetmesinden sonra İç Anadolu Bölgesinden; özellikle Konya’dan, Tokat’dan,
Yozgat’dan seçilen Türkler Ahıska ve civarına yerleştirildi.” (Bkz: AVŞAR,
Zakir-TUNÇALP, Zafer, Sürgünde 50. Yıl Ahıska Türkleri,
TBMM Basımevi Müdürlüğü, Ankara 1995, s. 6.) Belgelerle de iştigal eden birisi
olarak böyle bir belgeye rastladınız mı? Uzun ve bir o kadar da önem arzeden
bu sorumuz karşısında biraz duraklayan Hasan dede meraklı bakışlar eşliğinde
şöyle devam etti:
“-
Böyle bir şeyi ben duymadım, görmedim. Elbette ki bu da yoktur anlamına gelmez.
Ama şu kadarını biliyoruz ki Konya’dan Malatya’ya bir iskân uygulanmıştır.
Malatya malumunuz çoğunlukla Kürt kardeşlerimizin meskûn olduğu bir belde. Lâkin
şimdi isimlerine baktığımız zaman “Alaaddin, Fahreddin” ves gibi isimler
Selçuklu Konya’sını anımsatmaktadır. Hatta daha da ilginci bizim Konya kayısısı
Malatya’ya giderek artık oradan Konya’ya gelmektedir.” Nitekim XIV.
Yüzyılın meşhur seyyahı İbn Battuta (1304-1369) bu kayısı hakkında da bilgi vermekte
ve şöyle demektedir: “Konya nehir, bağ ve
bahçeleriyle meşhur, meyveleri bol bir beldedir. Daha önce anlatıldığı üzere,
burada ‘Kamereddin’ denilen bir cins ‘kayısı’ yetişmekte olup, Mısır ve Şam
tarafına sevk olunur.” Dikkat buyurduysanız mübarek belde kayısısının sonu
dahi kamereddin diye “Din” ile bitiyor. (Geniş bilgi için
bkz: İbn
Battuta Seyahatnamesi, Haz, Mümin Çevik, Bilge Kültür Sanat, İstanbul
2015, ss. 217-219.)
Hasb-i hâlimiz
derinleştikçe daha da hararetleniyordu. Tabii olarak Hasan Dede satır
aralarında da fevkalade bilgiler veriyordu. Konumuz döndü dolaştı “Osmanlı
Türkçesi” mes’elesine geldi. Derinden bir of çekerek birkaç saniye
sessiz kaldı. Acaba yaralı noktaya mı temas etmiştik? Acaba 1930’larda
belgelerin başına geleni mi düşünüyordu? Ve dahi acaba Dil Devrimiyle bir
gecede cahil kalan ecdadı mı düşünüyor? diye biz de sessiz nazariyeler ileri
sürerken yine Hasan Dede tarafından bu mânâ yüklü sessizlik bozuldu ve gayet
hüzünlü bir ses tonuyla şöyle devam etti:
“
- Osmanlı Türkçesi… Bizim için önemli olması gereken konulardan birisi...
Osmanlıcayı okuya bilmek için terimlerine âşina olmanız lazım. Yoksa benim gibi
“zirde”yi iki sene “zerde” okursunuz. Gerçi sizler
bilirsiniz amma ben yine de açıklama yapayım. ‘Zerde; safranla renk ve koku
verilen bir çeşit şekerli pirinç peltesi, yani nişastası.’ Peki, ya Zirde?
“Zirde” ise Osmanlıca da “Alt” demek
meselâ: eskiden “Alta Yazılmış”
mânâsında “Zirde Muharrer” derlerdi.
Şimdi galiba dipnot diyorlar. Ve yine eskiler “İçten gelen, Duygu, İçgüdü”ye “Sevki
Tabii” derler. Bilmeyenler bunu “Şevki
Tabii” şeklinde de okurlar ki, bunlar benim gibi hataya düşenlerdir. Bugün
dilimiz o kadar kısırlaştı ki çocuklarımız konuşamaz hale geldi neredeyse.
Bugün maalesef torun dedesini, dede torunun anlamaz hale doğru yol alıp gidiyoruz.
Eskiden “Âferin” derdik şimdi “Brava” derler galiba (Bravo demek
istedi). Eskiden “Affedersiniz”
derdik şimdi “Pardon” olmuş. “Evet”imiz şimdi “Hı, Hı” olmuş. Hı, hı
ne Allah aşkına!?” Önü alınmazsa güzelim
Dilimiz kabile diline doğru gidiyor demeye getiriyordu Hasan dede. Kendisi
telefon kullanmıyordu. Telefon dili olarak addettiğimiz ve “Selamün Aleyküm”ümüzün “Slm
Alk,” “Nbr” olduğunu bilseydi neler diyeceğini merak etmiyor değiliz
açıkçası.
Evet, niçin gitmiştik
nelerle karşılaştık. Hülasa edecek olursak, “Genç; yaptıklarıyla yaşayan
değil, yapacaklarıyla yaşayandır” fehvâsında genç/dinç Hasan Dede,
gerek hâliyle gerekse de kâliyle birçok dersler verdi bizlere. Kendisi “dert
insanı” olunca da dersinden çok şey aldık, hatta diyebiliriz ki sözleri
“kulaktan
izinsiz direk kalbimize” sirayet etti.
Bu tatlı sohbetimizin
yavaş-yavaş sonuna doğru geliyorduk. Israrla yemek, çay söyleyeyim dediyse de
bizler kabul etmedik. Zât-ı âlilerini zaman zaman ziyaret edeceğimizin sözünü alarak
çıkmak üzereydik ki o anda İstanbul’dan müzayede sonucu alınan birkaç belge
geldi. Hasan Dedenin heyecanı “anlatılmaz yaşanır” kâbildendi. Bu
heyecan karşısında donakalmıştık âdeta. İçinden Fuzuli’nin “Işk imiş her ne var âlemde…”
dediği bu olsa gerek diyerek mütevâzı odasından ayrıldık.
Bereketli bir günü daha
geride bırakmıştık. İlk fırsatta arkadaşlarla paylaştık ve Sefer’in tespiti
kayda değerdi; “Demek ki neymiş efendim!.. Yaşatmıyorsan, yaşamıyorsun demektir.”
Hatta kendi rızasıyla makale ismini de bu vecizeden mülhemle “Yaşat Ki Yaşayasın” şeklinde kullandık.
Yaşatmamız ve yaşamamız temennisiyle…
26.04.2017
İSAM
/ İstanbul