Azad DADAYEV
Her toplumun kendisine has
örf, adet ve an’anesi vardır. Bir toplumu toplum yapan ve diğerlerinden ayıran,
ecdâdın tâbiriyle “alâmet-i
fârikâsı” da bu
âdet-an’anesi, bu kültürüdür.
Nitekim Milli Şâirimiz Mircevat AHISKALI bu hakikati şöyle nazmeder:
“Toplumu millet yapan,
toplumun kültürüdür,
Korunması gereken,
kültürün her türüdür...”
Milletin devam etmesi için de
dilin korunması icap etmektedir. Bir toplumda dil giderse kültürde çorap söküğü
gibi onu takip eder. Ruslar bunu çok iyi bildikleri için terkibinde var olan “Türk Cumhuriyetlerine” bu politikanın âlâsını
uygulamışlardır. Şöyle ki; Türkistan’ı “İSTAN”lara (Özbekistan, Kazakistan,
Türkmenistan ves gibi) bölerek her biri için farklı dil ve farklı alfabe
(elifba) uygulamıştır. 1926 sonrası bin yıllın “İslamî Alfabe”den “Latin Alfabe”sine
geçilmiş, Türkiye Cumhuriyetinde de Harf İnkılâbı (1928) olunda bu sefer
Türkiye’yle irtibatı koparma adına “Kiril
Alfabe”si reva görülmüştür (1939). Ve böylece İsmail GASPIRALI’nın “Dilde, fikirde, işte birlik!” ideası da tarihe kavuşmuştur maalesef.
Bütün bunlarla beraber her ne
pahasına olursa olsun dilin korunmasının gerekliliğini Cemil MERİÇ şöyle
tembihlemektedir:
“Milletin ana vasfı
devamlılıktır. Dilde, terbiyede, gelenekte devamlılık…
Dil; medeniyetin,
hâfızanın, millet olabilmenin ana vasfıdır. Bir toplumdan dilini alırsanız, o
toplumun milliyetini, medeniyeti, hafızasını da almış olursunuz. Bir toplumun
diline kastederseniz, o toplumun dinine, kültürüne, sanatına da edebiyatına da
kastetmiş olursunuz.” Hem konuyla yakînen irtibatlı olduğu
için hem de bu fikri tasdik mâhiyetinde KONFÜÇYUS’un şu cevabını da burada
zikretmek isteriz. KONFÜÇYÜS’e sormuşlar:
“ - Bir memleketi
yönetmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?..”
Büyük düşünür şöyle cevap
vermiş:
“ - Hiç şüphesiz dili
gözden geçirmekle işe başlardım...” demiş
ve dinleyicilerin şaşkın bakışları arasında sözlerine devam etmiş:
“ - Dil kusurlu olursa,
sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken
şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur.
Töre ve kültür bozulursa, adâlet yanlış yola sapar. Adâlet yoldan çıkarsa
şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte
bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Üzülerek ifade edelim ki; tam
yerinde olan bu iki tespit her “Türk
Toplumu” gibi, “Osmanlı Bâkiyesi” olan biz Ahısklalı Türkler içinde
geçerlidir. Çarlık Rusya’ya (1828) ilhâkından sonra bin türlü işkenceye mazur
kalan Ahıskalı Türklerin zulüm dolu hayatı Sovyet Rusyası döneminde de devam
etmiştir. Bütün bu zulüm ve işkencelere rağmen Ahıskalılar, kültürlerini koruma
gayreti içerisinde olmuşlardır. Hatta bir adım dahi ileriye gidecek olursak, SSCB’de
sadece Ahıskalılar “TÜRK” olarak varlıklarını ve mücadelelerini
devam ettirmişlerdir. Bütün bunlarla beraber, geçen zaman içerisinde haberimiz
dahi olmadan dilimizde var olan bazı “kavram,
mefhum ve kelimelerin” içi boşalmıştır maalesef. Nasıl mı?..
Tek bir örnekle izâh edecek
olursak, Ahıskalı Türklerde düğün öncesi “İHRÂ
/ İXRÂR ŞERBETİ” diye
bilinen bir kültür hâlâ varlığını korumaktadır. Çok kısa bir tarifiyle İhrâ
Şerbeti; “icâb
- kabulden sonra kız ve erkek (oğlan) taraflarının tek sofra başında yeni
çiftler hayatı boyu tatlı olsunlar diye içtikleri şerbete” denilmektedir. Aslına bakılırsa
eylem doğru amma kavramda bir problemin varlığı kesin. Nitekim bu gibi taklidi
bilgiler zamanın süzgecinden geçerken bâzen anlam kaymasına da
uğrayabiliyorlar. Ki, sözünü ettiğimiz “İHRÂ
ŞERBETİ” de kanaatimizce
bundan nasibini almış kelimelerden sadece birisidir. Peki, bunun aslı “İHRÂ ŞERBETİ” midir? Nedir bu “İHRÂ ŞERBETİ” ve menşeî nereye dayanmaktadır?..
İhrâ diye marûf
şerbete geçmeden önce bununla irtibatlı olan bir başka konuyu da
dikkatinize arzetmek istiyoruz. Onunla irtibatlı olan diğer bir uygulama ise “Kına Yaktı Gecesidir.” Bu uygulama ise “İhrâ”nın bir sonra ki
aşamasıdır.
Evet, her ne kadar bugün
değerinden biraz tâviz vermiş olsa da 30 - 40 yıl bundan öncesine
kadar kültürümüzde “Kına
Yaktı (Yaxti) Gecesi” diye
bilinen bir gece vardı. Ki, bu geceye sadece ve sadece bayanlar iştirak eder ve
kendi aralarında gülüp eğlenirler, kültürel şarkılar eşliğinde dans ederlerdi.
Peki, nedir “kına yaktı” ve menşeî nereye dayanmaktaydı?..
Kültürümüzden tevârüs eden
bilgilerle aydınlık getirecek olursak, adet ve an’anemizde (edet-enene) üç şey
için kına yakılır.
Bunlardan birincisi; Allah
yoluna kurban edildiği için kesilecek kurbanlık hayvana kına yakılmaktadır. Ki,
bu kurban artık “Allah’a
aittir, O’na adanmıştır” anlamına
gelmektedir.
İkincisi; askere gidecek olan
delikanlıya... Her ne kadar bu adet bugün varlığını yitirmiş olsa da yakın
tarihimizden “Çanakkale
Şehidi Yozgatlı Kınalı Hasan Menkıbesi” en bâriz nümûnelerindendir.
Üçüncüsü de ata evinden kâim
ata (baba evezi, baba yerinde olan) evine giden gelinlere kına yakılmaktadır.
Çünkü gelinin ailesi kızlarını adet ve an’anelerimize uygun olarak baba
ocağından başka bir eve göndermekte, tâbir caiz ise kocasına ve yeni evine
kurban etmektedir.
Yeri gelmişken şunu da ifade
etmek isteriz ki; evet, bugün bu mefhum (kına yaktı gibi) ve uygulamalar devam
etmektedir. Lâkin üzülerek söyleyelim ki her ne kadar devam etse de içi
boşaltıldığı için değer kaybetmiştir. Değer kaybettiği için de kutsal bir
müessese olan evlilik adeta çocuk oyuncağına dönüşmüş, “Evlenme/Eylenme Programları”yla
ise tamamen zıvanadan çıkmıştır.
Bu küçük haşiyeden sonra
yeniden asıl/asil konumuza dönecek olursak, yukarıda yer-yer ifade ettiğimiz
gibi Ahıskalı Türklerde “Nisan/Lisan;
Şennik/Şenlik; İhrâ/İkrâr” gibi
bazı kelimeler aradan geçen uzun zamanla, taklidi bilgi neticesiyle
samimiyetini koruyarak bugüne kadar gelip çıkmıştır. Amma şu da bir gerçektir
ki “her kelimenin de bir
tarihi vardır,” yani her
bir mefhum ve kelime tarihin bir sayfasından bizleri haberdar etmektedir.
Dolayısıyla halk arasında “İhrâ
Şerbeti” diye maruf
şerbetin de aslı kanaatimizce “İkrâr
Şerbeti”dir. Mevzuyla ilgili fikir teatisi esnasında konuya vâkıf bazı
araştırmacılarımız her ne kadar, Arapça’da “Ha-re-ce/Xa-re-ce” fiilinden “Çıkış Şerbeti” anlamında “İhrâc Şerbeti” diye ifade etseler de, kanaatimizce bu
da doğru değildir. Nitekim ikrâr ecdadın sürekli kullanmış olduğu Arapça bir
tabir olup; “Sükût
ikrardan gelir” atasözümüzden
de anlaşılacağı üzere “açıkça
söyleme, benimseme,
onay vermek, kabul ve tasdik etmek” anlamlarını
ihtivâ etmektedir. Bu mânâda “İkrâr
Şerbeti” de “Onay verme, Kabul ve Tasdik
Şerbeti” oluyor ki,
kültürümüz de bu yemekle “kız
evi oğlan evinin talebini kabul ve ikrâr etmiş” oluyor. Yeniden başa dönecek olursak: “İKRÂR ŞERBETİ" veya
diğer isiyle KÜÇÜK ŞERBET; icâb - kabulden sonra kız
ve erkek tarafının tek sofra etrafında yeyip içtikleri ‘ONAY, KABUL VE TASDİK’
şerbetine” denilmektedir.
Ve son olarak:
“Medyûndur o ma’sûma
bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde
bu ‘İKRÂR’ ile haşret” diye hatırlatıyor, Yunus EMRE misali “Söz ola ağulu aşı, / Bal ile
yağ ede bir söz” dercesine “hitâmuhu misk” kâbilince şu vecîzeyle bitirmek
istiyoruz:
“SÖZ İHSÂNDIR; kavram
dünyamızı şekillendiren…
SÖZ İRFÂNDIR; muhabbeti
derinleştiren…
SÖZ DESTANDIR; asırlar
evvelinden süzülerek yiğitliği, mertliği resmeden...
SÖZ SULTANDIR; ehlinin
gönül tahtına kurulup satırları şerh eden…
SÖZ ERKÂNDIR; medeniyetleri
edep ve rikkatle çevreleyen...
Akletmeli, fikretmeli
durmadan, bir sonuca varmamalı sormadan, her harfin hakkı var üzerimizde…
Konuşalım, lâkin sözü yormadan...”