6 Nisan 2015 Pazartesi

Bir İnsanlık Utancı: Ruanda Soykırımı

Rukiye Eroğlu
TUİÇ Stajyeri

Afrika uzun yıllardır kabileler arası nefret, şiddet, huzursuzluk ve katliamlarla özdeş düşünülen bir kıta olagelmiştir ve günümüzde de çatışma ve şiddet olaylarıyla gündemde yer almaktadır. Bu çatışmalar arasında en
akılda kalan ve uluslararası toplumun uzlaşma sağlayabilmek için halen en fazla çaba sarf ettiği şiddet olayı Ruanda’daki soykırım olmuştur. 1994 Ruanda Soykırımı, Nazi Almanya’sında gerçekleştirilen Yahudi Soykırımından sonra dünya tarihinde en büyük ikinci soykırımdır. 1994 yılında 100 gün gibi çok kısa bir süre içinde yaklaşık bir milyon Tutsi ile muhalif ve ılımlı Hutu vahşice katledilmiştir.
Tutsileri hedef alan Ruanda Soykırımı planlı ve sistematik bir soykırım olmakla beraber etnik ayrışma ve kine dayanmaktadır. Soykırımın ardında etnik, siyasi, sosyolojik, ekonomik ve psikolojik nedenler gibi pek çok sebep yatmaktadır. Batılı koloniyel güçler, koloni döneminde Ruanda’da etnik kimliklerin ortaya çıkmasına ve etnik ayrışmanın artmasına neden olmuştur.

Ruanda’da Şiddetin Tarihi

Almanya ve Belçika Koloni dönemlerinden önce Ruanda topraklarında bir krallık bulunmaktaydı. 19. yüzyıl sonlarında Ruanda krallığı, Büyük Göller Bölgesindeki en güçlü iki krallıktan biriydi. Topraklar eyaletlere bölünmüştü ve kralın temsilcisi olan askerlerce yönetilmekteydi. Bu dönemde eyalet ve eyaletlerin belli bölgelerinin yöneticilerinin çatışan ve çakışan yetkileri olsa da merkezi bir yönetim söz konusuydu. 19. yüzyılda günümüzde olduğu gibi temel ekonomik aktivite tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Hayvancılıkla uğraşmak daha üstün tutulan bir aktiviteydi ve büyükbaş hayvan sahibi olmak toplumsal düzende en temel zenginlik göstergesiydi. Ülkedeki Hutu ve Tutsi kimliklerini belirleyen en temel şey de uğraşılan ekonomik aktivite olmaktaydı. Tutsiler hayvancılıkla uğraşan, sosyal hiyerarşide üst sırada yer alan zengin bir azınlık olarak görülmekte, Hutular ise tarımla uğraşan, genelde yönetimde yer alamayan çoğunluğu oluşturmaktaydı. Hutu ve Tutsi kelimeleri krallık dönemlerinde de mevcut olan ve genellikle sosyal statüyü ve ekonomik aktiviteyi belirlemek için kullanılan kelimelerdir. Ruanda krallığı toprak genişletince sosyal kategoriler ve kurumları da yayılmıştır. Merkezi yönetimin güçlenmesi sosyal kategorileri katılaştırsa da hiçbir zaman Belçika Koloni yönetimi döneminde olduğu kadar durağanlaşmamıştır. Örneğin büyükbaş hayvan sayısı ve zenginliği artan bir Hutu, Tutsi statüsüne geçiş yapabilmekteydi. Birçok klan ve kabile hem Tutsi hem Hutu nüfusa sahipti. Ayrıca konuştukları dil aynıydı. İki grubun birbirinden tamamen ayrı ırklar olarak düşünülmesi Belçikalıların ülkeye gelişleriyle birlikte ortaya çıkmıştır.
Avrupalılar 20. yüzyılın başında Ruanda’ya geldiklerinde, Ruandalıların fikirleri ve uygulamaları üzerinde derin etki yaratacak olan ırkçılıklarını da beraberlerinde getirmişlerdir. Ruanda’nın bir Alman kolonisine dönüşmesinde 1894 yılında Alman kâşif Kont von Götzen’in gezisi birinci adımı meydana getirmektedir. Bu gezi sırasında Alman kâşif von Götzen, güçlü bir monarşinin ülkede hüküm sürdüğünü ve ülke nüfusunun yaklaşık %15’ini oluşturan Tutsilerin Hutu çoğunluğu üzerinde hâkimiyet kurduklarını fark etmiştir. Almanya, şimdiki Burundi’yi de içine alan toprakları Ruanda-Urundi adıyla kolonileştiren ilk devlettir. 1890–1916 tarihleri arasında süren bu yönetim Ruanda’nın sosyal ve idari sisteminde büyük değişiklikler yapmamıştır.
Belçikalılar ise Kongo’daki kolonilerini genişleterek Ruanda-Urundi’yi işgal etmiş, Almanların buradaki yönetimine son vermiş ve 1959 yılına kadar bu topraklarda mevcudiyetini sürdürmüştür. Belçika yönetimi Almanya’nın aksine ekonomiden mimariye, sosyal ve siyasi yapıya kadar derin izler bırakmıştır. İlk zamanlarda, ülkede geleneksel olarak elit ve yönetici sınıfı oluşturan Tutsilerin yönetimine destek vermiştir. 1920’lerde Tutsi kralla ters düşerek Tutsi elitini güçlendirmiş, kralın yetkilerini azaltmış ve Hıristiyanlığın bu grup arasında yayılmasını sağlamıştır. Tutsiler üstün ve Hami ırkına mensup yöneticiler ve Hutular da yönetilen sınıf olarak kabul edilmiştir. Her bireye hangi ırka mensup olduğunu belirten kimlik kartlarının da verilmesiyle sosyal statüler ve etnik farklılıklar değişmesi güç kategorilere dönüştürülmüştür. Tutsilerin kuzeyden gelen daha açık tenli ve uzun boylu farklı bir ırk olduğu söylemi 1950’lere kadar Belçika yönetimince tekrarlanmıştır. Yönetilen Tutsi ve Hutular arasında evlilikler devam etmiş ve yaşam düzeylerinde büyük farklar görülmemiştir. Ancak Koloni yönetimi süresince eğitim alabilme, ticaretle uğraşabilme ve dil öğrenebilme konularında Tutsiler hak sahibi olmuşlar ve Hutular bu ayrıcalıkların büyük bölümünden mahrum bırakılmışlardır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletleri 1945 yılında oluşturulan BM Şartı’nda koloni ülkelerinde yaşayan insanlara özgürlük, adalet ve koruma sözü verdiğinde, BM Ruanda konusuna müdahil olmuş, koloni altında yaşayan insanlarının bağımsızlığa adım atışını denetleyecek bir kurum olan Vesayet Konseyi adı verilen özel bir konsey oluşturulmuş ve böylelikle Ruanda, Milletler Cemiyeti mandasından BM Vesayet Bölgesi altına sokulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında koloni yönetimlerinin sonlandırılması, Belçika yönetimini Hutu nüfusun yaşam koşullarında iyileştirme yapma eğilimine itmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yayımlanmasının ve savaş sonrası uluslararası ortamın hassasiyetinin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Afrika ülkelerindeki insan hakları ihlallerine duyarlılık göstermektedir.
Koloni sonrası dönem, Ruanda’nın vesayet rejimi altında yönetilen diğer ülkelerle birlikte bir üçüncü dünya ülkesi olarak uluslararası politikaya adım attığı; Sosyal Devrim’den beri baş gösteren etnik iç çatışmalarla birlikte bir iç savaşa ve ekonomik kalkınma hayalleriyle borç ve ekonomik istikrarsızlık bataklığına sürüklendiği; soykırıma giden yolda kılıçların bilendiği bir dönemdir. Batının etkisi açısından değerlendirildiğinde, bu dönemin koloni döneminden pek farklı olduğu ileri sürülemez. Bu dönem, sadece Belçika gibi koloniyel bir gücün değil, aynı zamanda II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yenidünya düzeninde kurulan Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla Fransa, ABD ve Birleşik Krallık gibi Batılı büyük güçlerin Ruanda siyasetine ve toplumsal hayatına bir şekilde müdahil olduğu bir dönem olmuştur. Koloni idaresinin son bulması ve siyasi iradenin Hutulara geçmesiyle Ruanda’da yeni bir dönem başlar. Yüzyıllardır kendi topraklarında Tutsi monarşisi altında ikinci sınıf bireyler olarak yaşamış Hutular artık egemendir ve siyasi iradeyi ellerinde bulundurmaktadır. Hutular, artık Tutsilere, yabancı ve kolonicilerden daha işgalci bir halk gözüyle bakmaktadır.
1952 ve 1956 yıllarında yapılan yeniliklerle Hutuların yerel düzeydeki temsili artırılmıştır. Hutular iktidardan pay istedikçe Tutsiler şiddet kullanarak ülkeyi yönetmeye çalışmışlardır. Hem statükoyu korumaya çalışan Tutsiler, hem uzun yıllardır siyasi ve ekonomik pastadan pay alamayan, baskıyla yönetilen ve şiddete maruz kalan Hutular şiddete başvurmaktan çekinmemiştir. Hutular o dönemde de 1990’larda olduğu gibi toplam nüfusun % 85’ini, Tutsiler % 14’ünü ve etkisiz bir topluluk olarak düşünülen Twa’lar % 1’ini oluşturmaktadır. Bu nedenle Hutuların halkın çoğunluğu, çoğunluk yönetimi gibi söylemlere sıklıkla başvurduğu gözlenmektedir. Yalnız çoğunluğun yönetimine ilişkin söylemlerde fazlasıyla ırkçı ve başka bir topluluğun yaşamasına izin vermeyecek bir rejim isteği göze çarpmaktadır. Ruanda’da bağımsızlığa giden yolda dikkati çeken kimi noktaları belirtmekte yarar vardır. İlk olarak, ülke sınırları ve siyasi kurumları Koloni öncesinden Koloni ve bağımsızlık dönemlerine kadar kesintiye uğramamıştır. İkincisi, Afrika kıtasının genelinde Avrupalılar kabile siyasetinin ön plana çıkmasını sağlarken ya da izin verirken, Ruanda’da tüm siyasi ve sosyal sistemlerin temelini ırka dayalı bir algı ve siyaset oluşturmuştur. Üçüncüsü, Afrika kıtasında pan-Afrikan hareketler ve ülke milliyetçiliklerine sıklıkla rastlansa da Ruanda’da ırk milliyetçiliği hâkimdir. Örneğin Hutular bağımsızlıklarını Belçikalılara karşı değil, Tutsi ırkına karşı kazandıklarını belirtmektedirler.
1962 yılında resmi olarak bağımsızlık ilan edilip seçimler yapıldığında Tutsilere yönelik sertlik yanlısı politikalarıyla tanınan Kayibanda başa geçmiştir. İktidarın niteliğinde ve ırka dayalı söylem düzleminde değişimden bahsetmek mümkün değildir, sadece iktidar tersine dönmüştür. Kayibanda’nın 1962–1973 yılları arasındaki yönetimi Birinci Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde üst düzey yöneticilerin tamamı Hutulardan oluşmuştur. Kayibanda yönetimindeki Ruanda’da benzer sebeplerle ve bağlamlarda 1962, 1963 ve 1973 yıllarında şiddet olayları gerçekleşmiştir. Ruanda dışına sürgün edilen ya da kaçan Tutsiler, Ruanda topraklarına saldırılarda bulunmuş ve ardından da Hutular Tutsi sivilleri öldürmeye başlamıştır.
1990’lara gelindiğinde istikrarın bozulacağı endişesi baş göstermiştir. Bu yıllarda dünyadaki değişimden etkilenen ülkede muhalif bir basın ortaya çıkmış, hükümete eleştiriler artmış ve demokrasi talepleri duyulmaya başlamıştır. 1 Ekim 1990’da mülteci Tutsilerin ve çocuklarının kurduğu RPF (Ruanda Yurtsever Cephesi), Uganda üzerinden Ruanda topraklarını işgale başlamıştır. İşgal, hem RPF’nin Hutu toplulukta ölümlere sebebiyet vermesi hem de hükümetin istikrarsızlık algısıyla Tutsilere yönelik şiddete başvurması ve Hutu kökenli halkı da böyle davranmaya yönlendirmesi anlamına gelmekteydi. RPF’nin saldırısı bir savaş anlamına gelirken aynı zamanda Hutu yöneticilerin kendi aralarındaki hizipleri unutup Tutsilere karşı birleşmeleri için de bir fırsat olarak görülmüştür.
Soykırımın hemen öncesinde ülkede bir iç savaş hali mevcuttur. Buna ek olarak, uluslararası piyasada kahve fiyatları düşmüş, dolayısıyla ülke ekonomisinin fazlasıyla bağlı olduğu bu üründeki dalgalanma Ruanda ekonomisini zora sokmuştur. Ayrıca o yıllarda Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da birçok ülkede kemer sıkma politikası uygulamaktadır. 1993’te Burundi’deki seçimle iktidara gelen ilk Hutu devlet başkanı öldürülmüş ve bu durum Tutsilere karşı bir kez daha derin bir tepkiye yol açarak Ruanda’nın iç politikasında etkili olmuştur.

1994 Ruanda Soykırımı

1994 yılına kadar ülke etnik ve siyasi çizgiler etrafında bölünmüş; bir tarafta Başkan Habyarimana destekçileriyle muhalif hizipler, diğer taraftaysa RPF ve asilerle birlikte hareket eden muhalifler yer almıştır. Tutsilere karşı nefret giderek artan boyutlara erişmiş; ufak çaplı katliamlar, interhamwe adı verilen milisler tarafından gerçekleştirilen cinayetler bir kez daha kaos ortamının zuhur etmesinde neden olmuştur. Bu kaos ortamında 6 Nisan 1994 tarihinde Arusha’daki barış görüşmelerinden dönen Habyarimana’yı taşıyan uçak düşürülmüştür. Şiddet eylemleri ve soykırım, Kigali’de uçağın düşürüldüğü gece başlamış ve başkanlık korumaları ve milisler tarafından şiddet gerçekleştirilmiştir. 1993’te Burundi’deki seçimle iktidara gelen ilk Hutu devlet başkanı öldürülmüş ve bu durum Tutsilere karşı bir kez daha derin bir tepkiye yol açarak Ruanda’nın iç politikasında etkili olmuştur. Radikal Hutular, devlet başkanının öldürülmesini Ruanda’yı cehenneme çevirmek için bahane etmişler ve yaklaşık 100 gün gibi kısa bir süre içerisinde yarım milyondan fazla Tutsi’yi ve rejim karşıtı olan muhalif Hutuları öldürmüşlerdir. Habyarimana’nın öldürülmesi var olan nefretin ve kinin kusulması için bir bahane olmuştur. Korkuyla harekete geçen ve devlet tarafından tertip edilen milisler, ordu içindeki unsurlar ve Başkanlık Muhafızları, Tutsi nüfusunun tamamını ve ılımlı Hutu rejim muhaliflerini öldürmek için bir plan ortaya koymuş ve Tutsileri potansiyel hedefler olarak tanımlamıştır. 8 Nisan’a kadar, tamamen radikal Hutuların kontrolünde olan bir geçici hükümet kurulmuş; bu hükümetin emri altındaki silahlı milisler düşmanlarını ortadan kaldırmaya koyulmuş; Başkanlık Muhafızları, polis, yerel yönetimdeki görevliler ve ordu desteğinde pek çok kişiyi öldürmüş; yine radikal Hutular tarafından kontrol edilen özel radyoların yardımıyla düşmanlarını avlamıştır. 4 Nisan’dan sonra başlayan kaos ortamında radikal Hutular ve milisler tarafından katledilenler yalnızca rejim karşıtı muhalifler, Tutsiler ya da Tutsileri korumak isteyen Hutular değildir. Öldürülenlerin arasında, Başbakan Agathe Uwilingiyimana ile BM tarafından onu korumakla görevlendirilmiş 10 Belçikalı asker de vardır. Bu olay üzerine Belçika yaklaşık 2500 askerden oluşan BM gücünden 420 askerini çekecektir. Burundi’de seçimlerden sonra yaşananlar, Ruanda’daki soykırımı dolaylı da olsa etkilemiştir. 1994 yılının Nisan ayına dek, çoğunluğu Hutu olmakla birlikte 400.000 kadar mülteci Ruanda’nın güneyindeki mülteci kamplarına giriş yapmış; böylelikle Burundi’deki olaylar Ruanda’daki siyasi krizi derinleştirmiş ve aynı zamanda büyük bir politize nüfusun Ruanda’ya girişine imkan sağlamıştır. Burundi’deki olaylardan sonra Habyarimana ve çevresindekiler için mesaj gayet açıktır: “Tutsilerle oluşturulacak ulusal birlik hükümeti hiçbir zaman mümkün ve güvenli olmayacaktır.” Habyarimana’nın uçağının 4 Nisan 1994’te düşürülmesi, soykırıma giden kesin çözümü ateşlemiş; etnik çoğunluğu oluşturan Hutu milisleri sistematik bir şekilde çoğu Tutsi olan 500.000 ilâ 1.000.000 sivili katletmiş; kaos ortamından istifade eden RPF, Fransa tarafından desteklenen ve eğitilen Ruanda ordusunu yenmiş; olaylara karışan yaklaşık iki milyon Hutu, Zaire ve Tanzanya sınırlarına akın etmiştir.

1994 Ruanda Soykırımına Batı Etkisi

Ruanda’daki soykırımın ardında pek çok sebep yatmaktadır. Bunların arasında en önemlileri olarak şunlar sıralanabilir: Belçika koloni döneminden itibaren etnik kimlik üzerinden ırklar yaratılarak bu ırk tanımları üzerinden Ruandalı tanımının yapılması; 1990’ların başından itibaren İç Savaş ile birlikte, hâlihazırda birer yabancı olarak görülen Ruandalı Tutsilerin hain olarak görülmeye başlanması; Batı, özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand tarafından Habyarimana Hükümetine verilen destek (bu destek, daha sonra görüleceği üzere yalnızca siyasi destekle sınırlı değildir; silah satışını ve teknik, askeri bilgi ve beceri birikimi paylaşımını da kapsamaktadır); Radio Milles Collines radyo kanalı ve Kangura dergisi tarafından yapılan ayrılıkçılığı teşvik edici yayınlar; Batının ve uluslararası toplumu temsil eden BM gibi kurumların tepkisizliği; ekonomik sıkıntılar; IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası para ve ekonomi kurumlarının neden olduğu olumsuz etkiler. Bununla birlikte, soykırıma neden olan tek şeyin Batı ve Batı’nın bölgesel çıkarlarıyla politikaları olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Ancak, tarihsel süreç içinde, önceki bölümlerde aktarıldığı gibi, Batı’nın ve daha ziyade bölgede koloni sahibi olan Belçika ve Fransa gibi Batılı güçlerin Ruanda’nın toplumsal yapısı üzerinde büyük etkileri bulunmaktadır. Her ne kadar Ruanda’da etnik gruplar tarih boyunca var olmuşsa da, koloni güçleri ve Batı tarafından yaratılan Hamitik efsaneler gibi etnik milliyetçiliği ve etnik ayrışmayı teşvik edici etmenler, etnik ayrışmanın su yüzüne çıkmasına ve derinleşmesine neden olmuştur.

1994 Ruanda Soykırımına Batı’nın Tepkisizliği

Ruanda’da 100 gün gibi çok kısa bir sürede bir milyona yakın insan hayatını kaybetmiştir. Ancak, 4 Nisan 1994 tarihinde Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana’nın uçağının düşürülmesinin ardından ufak katliamlarla başlayarak hızlı bir şekilde gelişen soykırıma karşı uluslararası toplum ve Batı, özellikle Soğuk Savaşın ardından dünyanın tek süper gücü olarak ortaya çıkan ABD sessiz kalmış, arzu edilen tepkiyi ortaya koyamamıştır. BM, Güvenlik Konseyi kararlarına göre hareket ettiğinden, her ne kadar bölgedeki barış gücü komutanından gücün artırılmasına yönelik talepler gelse de başarılı bir operasyon uygulayamamıştır. Aslında hem ABD hem de diğer dünya güçleri neyin olup bittiğini bilmelerine rağmen harekete geçememiştir. Batı ancak beyaz insanları kurtarabilmek, onları kaostan çekip kurtarabilmek için harekete geçmiş; tehlike altında olan insanları korumaya yönelik bir şey yapmamış; buna ek olarak BM, Ruanda’daki askeri birliğini güçlendirmemiş, hatta binlerce sivilin hayatını kurtarmak adına yetkisini değiştirmemiştir. Soykırımın başlangıcından yaklaşık iki ay sonra, ancak 31 Mayıs’ta BM nihayet resmi bir şekilde soykırımı kabul eden bir raporu Güvenlik Konseyi’ne sunabilmiştir. BM ve uluslararası toplum tarafından sergilenen bu tepkisizliğin ardında pek çok neden yatmaktadır. Bunlardan birincisi, Ruanda’daki soykırımın son derece hızlı ve mümkün olduğunca uluslararası topluma hissettirilmeden gerçekleştirildiğinden dünyanın bu soykırımdan geç haberdar olması ve özellikle Batı medyasında soykırımla ilgili haberlere alışıldık bir şekilde Afrika kıtasında görülen kabile çekişmelerine dayanan bir iç savaş yahut etnik bir çatışma olarak yer verilmesidir. İkinci neden ise Fransa’dır. Fransa, günümüzde olduğu gibi 1994’te de BM Güvenlik Konseyinin daimi üyesidir ve veto hakkı vardır. BM Sekreterliğinin eylemleri, bilindiği üzere, Güvenlik Konseyi kararlarıyla sınırlıdır. Bu durum BM’nin Ruanda hakkında neden etkili bir karar alamadığını gözler önüne sermektedir. Soykırım zamanında BM Güvenlik Konseyi’nde Fransa’nın yanı sıra üç Afrika ülkesi daha yer almaktaydı; bunlardan biri Ruanda’nın kendisi ve bir diğeri Fransız etkisinde olan Cibuti idi; son Afrikalı üye olan Nijerya ise soykırıma karşı etkili bir çözüm arasa da Nijerya’nın bu amacı engellenmiştir. Ruanda, BM Güvenlik Konseyi’nde geçici üyeliğe sahipti ve geçici üyelik sayesinde oy hakkına ve karar alma süreçlerine katılma, başkanlığa ait mecburi mutabakatı engelleme haklarına sahipti. Böylece Bizimana iyi giyimi, akıcı Fransızcası, haber ağı kurmadaki mahareti sayesinde Geçici Hükümetin propagandasını pekiyi yürüterek Ruanda’daki ölümlerin iç savaştan kaynaklandığına dünyayı inandırmayı başarabilmiştir. Fransa olası bir BM müdahalesinden önce Ruanda’ya operasyon düzenlemiştir. BM, Ruanda’ya askeri bir gücün konuşlandırılmasını tartışırken Fransa, Frankofon Afrikalı devletlerden (Çad, Kongo, Gine Bissau, Moritanya, Nijer ve Mısır) oluşan uluslararası bir güce Turquoise Operasyonu kapsamında önderlik etmiştir. Batı’nın Ruanda’daki soykırıma ilk tepkisi, aslında, Güneydoğu Ruanda’ya yapılan bu Fransız askeri müdahalesi olmuştur. Aslında Fransa’nın 23 Temmuz tarihinde Ruanda’ya girişi, BM gücünün oluşturulmasını ve Ruanda’ya konuşlanmasını hızlandıracağına, aksine daha da yavaşlatmıştır. ABD tarafından sergilenen ilgisizlik, tepkisizliğin esas nedenleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. ABD Başkanı Clinton, BM Genel Sekreterliği’ne soykırımı engelleyecek bir operasyona lojistik destek sağlama sözü verse de, böyle bir operasyonu gerçekleştirmenin maliyeti giderek arttığından teklifini daha sonra geri çekmiştir. Teklifin geri çekilmesinin ardındaki nedenlerden biri olarak ABD’nin 1993 yılında Somali’de giriştiği operasyonların ABD kamuoyu tarafından hoş karşılanmaması görülebilir. ABD’nin bu tarz bir operasyondan kaçınmasının diğer bir nedeni de operasyonun mali boyutudur. ABD, böylesi bir operasyonda teknik ve mali yükü çeken ülke olmanın yanı sıra, operasyona asker gönderen ülkelere talep ettikleri askeri ekipmanı da sağlayacağından üstleneceği mali yük daha da ağırlaşacaktı. Kuperman, soykırımın başladığı ilk iki haftadan itibaren arzu edilen tepkinin ABD ve uluslararası toplum tarafından verilememesinin nedenlerini beşe ayırır: İlki, Ruanda’daki şiddetin Tutsilerin kazanmakta olduğu bir iç savaş olarak dünya kamuoyuna aktarılmış olması; ikincisi, artan şiddete rağmen şiddetin azaldığının rapor edilmesi; üçüncüsü, ölü sayısının ciddiye alınmaması; dördüncüsü, uluslararası raporların öncelikle ufak bir kent olan başkent Kigali hakkında olması ve sonuncusu da insan hakları grupları da dâhil olmak üzere ülkede güvenilir ve bilgili gözlemcilerin var olmamasıdır.

Tuicakademi.org

Kaynakça
1) Ebru ÇOBAN ÖZTÜRK, Toplumsal Yapılar ve Şiddet: Ruanda Örneği, Ankara Üniversitesi Afrika Çalışmaları Dergisi, Güz 2011.
2) Öncel SENCERMAN, Batılı Koloniyel Güçlerin 1994 Ruanda Soykırımına Etkisi, Güvenlik
Stratejileri Dergisi.