Libya'da Ali Yakup Hoca'dan bir tarih muhasebesi...
1970’li yılların sonlarına doğru, Libya’lıların uluslararası boyutta bir gövde gösterisine dönüştürebilmek amacıyla her yıl var güçleriyle çalıştıkları, ama pek çok katılımcıya da artık alışılmış ve bildik gelen bağımsızlık yıldönümü kutlamalarından birindeyiz.
Dünyanın değişik ülkelerinden binlerce katılımcının doldurduğu muhteşem salonda, farklı ırk ve milletlere mensup hatipler, arka arkaya kürsüye gelerek, önceden büyük bir titizlikle hazırladıkları anlaşılan, her biri birer hitabet örneği sayılabilecek nitelikteki
konuşmalarını yapıyorlar, tebliğlerini sunuyorlar. Konuşmalar, anında belli başlı dillere tercüme edilip, kulaklıklarla dinleyicilere ulaştırılıyor.
Zaman ilerleyip, konuşmalar uzadıkça, dinleyici koltuklarında oturanların yüzlerindeki usanç ifadesi artık saklanamaz hale gelmişti. Bazı katılımcılar, hatibe ve kürsüye ilgilerini çoktan kaybetmişler, yanlarındaki yörelerindekilerle sohbeti koyultmuşlar, salondan yükselen uğultu konuşmacıların sesini bastıracak seviyeye ulaşmıştı. Gürültünün şiddetinden, sunucunun kürsüye davet ettiği son konuşmacının adı ve kimliği en dikkatli dinleyiciler tarafından bile anlaşılamadı. Saatler süren oturumların ve çoğu aynı minval üzere uzayıp giden nutukların ardından, kimsenin yeni bir konuşma daha dinlemeye tahammülü kalmamıştı.
Kürsünün arkasında olduğundan daha ufak tefek görünen, altmış yaşını aşkın bu gösterişsiz konuşmacı, bir yandan mikrofonu kendisine göre ayarlarken, bir yandan da dikkatle ve belli bir çaresizlik içinde kendisinden habersiz dinleyicileri süzüyordu.
Neden sonra, konuşma yapmaya hazırlanan, ama sesini duyuramama endişesiyle gürültünün dinmesini bekleyen, kimseden susup kendisini dinlemesini isteyemeyecek kadar nazik birini fark eden bazı insaf sahipleri, yavaş yavaş kendilerini toparlamaya, sohbetlerine ara vermeye, kendi aralarında konuşanları da susmaları için uyarmaya başladılar. Kendi aralarında konuşanların sayısı azaldıkça, salondaki uğultu her saniye biraz daha şiddetini kaybetti. Kürsüdeki adam, nihayet sesini duyurabileceğine kanaat getirmiş olacak ki, mikrofona biraz daha yaklaşıp, sözlerine başladı:
Değerli Hazırun,
Burada saatlerdir çok yararlı ve güzel konuşmalar dinledik. Tahammül sınırlarınızı daha fazla zorlamamak ve sizin gibi sahasının gerçekten uzmanı bilim adamları, araştırmacılar önünde haddimi de aşmış olmamak düşüncesiyle ben meramımı kısa bir fıkrayla anlatıp, kürsüden inmek İstiyorum.
Fıkra sözünü duyan dinleyicilerin dikkat kesilmesiyle, salonda sinek uçsa vızıltısının duyulabileceği tam bir sessizlik hakim olmuştu. Hatibin pek de gür olmayan sesi, artık koca salonun her köşesinden rahatça duyulabiliyordu.
-Efendim, adamın birine adını sormuşlar. Adam, kibirli bir eda ile adını sorma cüretinde bulunanlara karşı şöyle bir kasılmış ve isminin son hecesini bir hayli uzatarak "Benim adım Yakuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuup!" demiş. Sonra yanındaki kişiye: "Peki, senin adın ne birader? " diye sormuşlar, O da "Vallahi ne desem bilmem ki... Benim adım da onunkinden ama, o kadar uzun boylu değil, benim adım sadece Yakup!" demiş.
Muhterem arkadaşlar! Benim adım Ali Yakup... Yani Ali Yakuuuuuuuuuuup değil, Sadece Ali Yakup...
Kimsenin tanıyıp bilmediği bu beklenmedik hatibin, umulmadık fıkrası, ciddi ve bilimsel konuşmaların ardından herkese ilaç gibi gelmişti. Başka bir zaman anlatılsa, ufak bir tebessümle geçiştirilebilecek nitelikteki bu basit fıkraya, ağır-oturaklı ilim ve fikir adamları, ciddi bürokratlar bile, sağa-sola, öne arkaya kaykıla kaykıla, adeta kendilerinden geçercesine kahkahalarla gülüyorlardı. Biraz önce gürültüden konuşmasına başlayamayan hatip, bu sefer de konuşmasını sürdürebilmek için kahkaha tufanının dinmesini beklemek zorunda kalmıştı. Ortalık biraz sakinleşince sözlerine devam etti:
- Benden önce kürsüye gelen değerli ilim ve fikir adamları, Libya'nın yabancı düşmanlardan, İtalyanlardan nasıl kurtulduğunu ve kahraman Libya halkının, zalim dış düşmanlara karşı nasıl amansız bir bağımsızlık mücadelesi verdiğini değişik yönleriyle uzun uzun anlattılar. Söylenenlerin hepsine katılıyorum. Duyduklarımdan çok etkilendim ve yararlandım. Bu konu üzerinde ne kadar çok durulsa yine de azdır. Bir milletin, ülkesini işgal eden yabancılara karşı verdiği özgürlük mücadelesi, gerçekten büyük ve önemli bir iştir. Özgürlük ve bağımsızlık mücadelelerini, bu mücadelelere kanı, canı pahasına girenleri, her zaman iftiharla, minnet ve şükranla anmak, yabancı düşmanların ülkeden sürülüp atılmalarının yıldönümlerini her yıl bayramlarla kutlamak, çekilen acıları, katlanılan fedakarlıkları yad etmek, gelecek nesillerin boynuna borçtur.
Bunların hepsi iyi hoş da, bana yine de bazı şeyleri unutuyormuşuz, gözden kaçırıyormuşuz gibi geliyor. Geçmiş tecrübelerimiz bize, yabancı düşmanı ülkeden kovmakla, ne yazık ki her şeyin hallolmadığını, aksine esas işin ondan sonra başladığını gösteriyor. Neden derseniz, yabancı düşmanı teşhis etmek kolaydır. Çünkü o her şeyiyle senden farklıdır, bellidir ve karşındadır. Gözler onu hemen tanır, akıllar anlar. "Bu gavurdur!" dersin, tavrını alırsın. Varını yoğunu ortaya koyar, ülkenden siler atarsın ama, onun arkada bıraktığı kuyruklarıyla, aldatıp kandırdıklarıyla, zehirledikleriyle, fikren iğfal ettikleriyle karşı karşıya kalırsın. Bunları tanıyıp teşhis etmek çok zor olduğundan, bunlarla mücadele de kolay değildir. Gözler bunları tanıyamaz afallar kalır, akıllar anlayamaz şaşırır kalır. Bunlar senden görünür, adı, sanı, dili, kılığı, kıyafeti sana benzer ama senden değildir; aksine sana düşmandır. Seni hiç bir yabancı düşmanın vuramayacağı yerinden vurur. Öz vatanında hayatı sana çekilmez hale getirir. Asırların birikimi olan maddi, manevi, sosyal, kültürel değerlerini, varlıklarını ve en önemlisi geleceğin demek olan nesillerini elinden alır, helak ve heder eder; dünyanı ve ahıretini cehenneme çevirir.
Cenab-ı Hakk bunları Bakara Suresi'nin 204 ve 205. ayetlerinde şöyle tanıtıyor: "İnsanlardan öyleleri vardır ki; dünya hayatına dair sözü hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimiyetine) Allah'ı da şahit tutar. Halbuki o, düşmanların en yamanıdır. O, bir iş başına geçti mi, yeryüzünde ortalığı fesada vermeye, harsı ve nesilleri kökünden kurutmaya çalışır. Allah ise fesadı sevmez.”
İşte değerli arkadaşlar, esas kazanılması gereken mücadele, bu mücadeledir! Bu mücadeleyi kaybeden milletlerin varlıklarını ve kimliklerini koruyabilmeleri mümkün değildir! Ne mutlu bu mücadeleyi de kazanabilenlere!
Söyleyeceklerim bundan ibaret... Hepinizi hurmet ve muhabbetlerimle selamlarım...
Hemen hemen hiç kimsenin tanıyıp bilmediği, bu meçhul ve gösterişsiz adamın, basit bir fıkra temeline dayandırdığı ilginç konuşması, herkesi derinden etkilemişti. Biraz önce kahkahadan kırılan dinleyiciler, şimdi de yüzlerindeki duygulu ve düşünceli ifadelerle ve ellerini patlatırcasına, onu ayakta alkışlıyorlardı.
Sahildeki lüks otellerden birinin bahçesinde, Kuzey Afrika baharlarının o tatlı ılıman bir ikindi sonrası… Güneşin batmasına daha bir hayli zaman var. Ama konferans davetlileri, onurlarına verilen kokteyl nedeniyle, bahçeyi çoktan doldurmuşlar bile…
Hiç tanınmadığı bir yerde yaptığı kısa konuşmasıyla birdenbire herkesten daha popüler hale gelen konferansın son konuşmacısı, daha bahçeye adımını atar atmaz yoğun bir ilgiyle karşılaştı. Kimisi uzaklardan “Ali Yakuuuuup!” diye el sallayarak gündüz anlattığı fıkrayı çağrıştıran bir şekilde kendisini selamlıyor, kimisi yanına gelip halini hatırını soruyor, hararetle elini sıkarak tebriklerini iletiyor, kimisi de meraklı sorularla bu garip yabancıyı tanımaya çalışıyordu.
Ali Yakup Hoca ise, bir yandan bu teveccühlere uygun mukabelelerde bulunuyor, bir yandan da her zamanki tatlı muzipliğiyle beraberindeki heyet arkadaşlarına:
-“Yahu azizim, baksanıza buralarda biz bayağı meşhur olmuşuz. šöhret felakettir derler, sakın başımıza bir şey gelmesin!” gibi sözlerle takılmadan edemiyor; “Öyleyse sen de uslu dur Hoca!” diyenlere de, “Azizim, durabilsem duracağım, ama elimde değil duramıyorum. Ne yapayım, söylesem dilim yanacak, söylemesem içim yanacak!” türünden cevaplar yetiştiriyordu.
Bir ara, kalabalık maiyetiyle beraber Libya’lı bakanlardan birisi de Hoca’nın bulunduğu gruba katıldı. Tavırlarından onda da, konferanstaki sıra dışı konuşmayı yapan bu garip yabancıyı daha yakından tanıma arzusu uyandığı seziliyordu. Kısa bir hoşbeşten sonra:
- Efendim, duyduğum kadarıyla, Türk heyetindenmişsiniz… Akademisyen misiniz, yoksa Devlet Memuru mu? diye sordu.
- Hiç birisi değil, beyefendi! Ben bir fabrikanın muhasebe servisinde çalışan, kendi halinde biriyim. Hiçbir resmi sıfatım ve görevim de yok! Lutfetmişler heyete beni de dahil etmişler, ben de görev kabul edip, geldim.
- Ama nasıl olur? Peki Arapça’yı bu kadar güzel konuşmayı nerede öğrendiniz? Herkesin sahip olamayacağı bu derin bilgiye, bu geniş tetebbuata, bu engin kültüre nasıl sahip oldunuz?
- Efendim, ben aslen Kosovalıyım, yani Arnavut’um. Tahsilimi Mısır’da tamamladım. Yıllarca Kahire Üniversitesi Kütüphanesi’nde görev yaptım. Çok büyük alimlerle ve çağımızın önemli fikir adamlarıyla tanışıp, onlardan istifade etme şansını yakaladım. Ömrüm hep kitaplarla, okumakla ve okutmakla geçti.
- Peki madem Arnavut’sunuz, ne diye Türkiye’ye yerleştiniz? Niçin kendi memleketinize dönmediniz? Neden Mısır’da kalmadınız veya başka bir Müslüman ülkeye göç etmediniz?
- Sayın bakan, bana göre dünyada Kosova’dan daha güzel bir memleket yoktur. Ama ne yapalım ki, oralar çoktan Müslümanların elinden çıkmış, kafirler tarafından istila edilmiş. Dinimiz daha kıymetli olduğu için, hicret etmek zorunda kaldık. Dinimi özgürce yaşayabileceğim başka bir ülke de bulabilirdim ama; benim ta küçüklüğümden beri tek idealim, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere yetiştirmekti. Çünkü ben, hidayetimi Allah’ın lütfu ile Türklere borçlu olduğuma inanıyorum. Eğer Türkler oralara gelmeseydi, ben de atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım. Bizim Balkanlarda hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar yaşarlardı. Türklükle Müslümanlık da aynı anlamda kullanılırdı. Bir Hıristiyan Müslüman olunca ona “Türk oldu!” derlerdi. İslamın şartını sayarken, “Türklüğün şartı beş” diye sayardık.
-Ama Hocam, o devirler artık gerilerde kaldı. Herkes biliyor ki: bugün Türkiye’de Müslümanlık eskisi gibi güçlü değil!
- Azizim! Az veya çok, şöyle veya böyle her yerde Müslümanların durumları birbirine benziyor. Bazı ümit verici gelişmelere rağmen, çoğunun dini de, dünyası da tehdit ve tehlike altında. Nerede olursa olsun, İslamın ve Müslümanların lehine olan gelişmeler beni hep mutlu eder, aleyhine olan gelişmeler de üzer. Ben dinim için, yani Müslüman olarak yaşayıp, Müslüman olarak ölebilmek için, doğup büyüdüğüm yerleri terk ettim ve anavatanım bildiğim Türkiye’ye hicret ettim. Bazıları için belki öyle olmayabilir ama, bu din benim için her şeyden daha kıymetli. Allah muhafaza, farzımuhal o ülkede tek bir Müslüman kalmasa bile, benim Müslüman olarak kalmam, orada İslamın ve Müslümanların yücelmesi için çalışmam gerektiğine inanıyorum. Bana göre, Müslümanların tüm sorunlarının kaynağı ve başlarına gelen bütün felaketlerin ana sebebi, Allah’ın dinini ve Kitabını layıkı vechile anlayıp, yaşayamamaları. Ama bugün böyle diye, bu hep böyle sürüp gidecek değil. Geçmişe baktığımızda, islamın zaman zaman güçlenerek, zaman zaman zayıflayarak günümüze kadar geldiğini görürüz. Hiç kimseye ihtiyacı olmayan Allah’ın, her toplum için aynı olan, şaşmaz ve değişmez kanunları var. O bu kanunlarını kimse için de değiştirmez. Allah, Kur’anı ve islamı en iyi şekilde anlayıp yaşayan toplumları, milletleri yükseltir, onlara dünyada da ahırette de izzet ve şeref, ululuk, saadet ve hadsiz hesapsız nimetler bahşeder. Yüz çevirenlerden de nimetlerini çeker alır, Bu hep böyleydi ve kıyamete kadar da hep böyle sürüp gidecek. Dünkü izzet ve nimet devirleri kalıcı olmadığı gibi, bu günkü sıkıntı, bela ve musibetler de inşallah devam edip gitmeyecek. Kullarının hallerine göre, Cenab-ı Hakk nimetlerini sürekli değiştirir. Geçmişi idealleştirmenin veya kötüleyip yerin dibine batırmaya çalışmanın bize hiçbir yararı olmaz. Ama geçmişi iyi tanıyıp, iyi analiz etmeliyiz. Nereden geldiğini bilemeyenler, hiçbir yere gidemezler. İçinde bulunduğumuz bu çukura nasıl düştüğümüzü bilemezsek, nasıl çıkacağımızı da bilemeyiz. Yaşadığımız olumsuzluklara, sıkıntı ve problemlerimizin büyüklüğüne bakıp asla ümitsizliğe de kapılmamalıyız. Sorunlar ne kadar büyük ve karmaşık olursa olsun, Allah’ın yardımıyla Müslüman onun çözümünü mutlaka bulur. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de Allah’ın Müslümanlara büyük lütufları olacaktır. Hatta bugünün ve yarının, bilimsel ve teknolojik gelişmelerini nazarı itibara alırsak, önceki Müslümanlara nasip olmayan, onların hatırından hayalinden bile geçmeyen nimetlere bizler erişebiliriz ve erişmeliyiz de.Yeter ki biz, o lütuflara layık olmaya çalışalım, gerekli hazırlıklardan, gayret ve fedakarlıklardan geri durmayalım. Tarihe bir dönüp bakın, ne göreceksiniz? Türkler de Araplar da ancak İslamdan sonra ve İslam sayesinde, dünyayı hayran bırakan köklü, kalıcı ve güçlü medeniyetler kurabilmişlerdir. İslamdan önce her ikisi de göçebe toplumlardı. Gerçi Türkler, İslamdan önce de batıya sayısız akınlar yaptılar, önlerine gelen engelleri seller gibi yıkıp geçtiler, batıda devletler de kurdular ama; oralarda kendileri de, devletleri de kalıcı olamadı; eriyip, yok olup gittiler. Ama Müslüman olduktan sonra, islamı götürdükleri her yerde hüsnü kabul gördüler. Az iken çok oldular. Osmanlılar Söğüt’e üçyüz çadırlık bir aşiret olarak geldiler, sonra Allah’ın yardımıyla Türklüğün ve Müslümanlığın mührünü, silinmez biz şekilde üç kıtaya vurdular.
- Hocam, hepsi iyi güzel de, Türklere biraz iltimas geçiyorsunuz gibi geldi bana! Adamları neredeyse göklere çıkardınız. Biraz abartmıyor musunuz? Biz de tarih okuyoruz. Yıllarca onların hegemonyası altında kalmışız. Bize az zulüm ve haksızlık yapmamışlar. Bizi az sömürmemişler.
- Siz de mi böyle düşünüyorsunuz?
- Nasıl düşünelim hocam! Bunlarla ilgili ciltlerce kitap , sayısız yayın basılmış.
Ortada tarihi gerçekler var.
- Evet, dedi hoca, tarihi gerçekler güzel bir söz. Ama tarihi doğru yazıp, doğru okumalı ve doğru yorumlamalı. Maksatlı propagandalara aldanmamalı. Sağlam ve doğru kaynaklara, gerçek olaylara, sağlıklı yorumlara dayanan bir tarih bilgisi ve şuuru, hem günümüzdeki problemlerimizin, dertlerimizin sebeplerini daha iyi anlamamıza , hem de bunlara daha gerçekçi ve kalıcı çözümler üretmemize yardımcı olur. Çarpıtılmış tarih anlayışları ise dertlerimizi, problemlerimizi daha da içinden çıkılmaz, çözülemez hale getirir.
Laf arasında hocanın gözü, tam karşılarında duran, sahile çok yakın küçük bir ada üzerindeki bir kaleye takıldı. Bakana kaleyi işaret ederek sordu:
- Söyleyebilir misiniz bana? šu küçücük ada üzerindeki dev bina da neyin nesi?
- Ha şu mu? O bir İspanyol Kalesidir üstad.
- İspanyol Kalesi mi? Allah, Allah… İspanyol Kalesinin burada işi ne? İspanyollarbu kocaman kaleyi, bu küçücük ada üzerine niye yapmışlar? Bunca zahmete, emek ve masrafa neden katlanmışlar acaba?
- Neden olacak üstad? Elbette buraları istila etmek için!
- E istila edebilmişler mi?
Hocanın şaka ettiğini sanan bakan, gülerek:
Üstadım galiba şaka ediyorsunuz. Eğer istila edebilselerdi, şimdi biz burada olabilir miydik? Adamlar sekizyüz yıl İslam hakimiyetinde kalan İspanya’ da, Endülüs’te bile bir tane Müslüman bırakmamışlar, bize mi acıyacaklardı.
- Öyleyse neden istila edememişler?
Bu soru karşısında herkes derin bir sessizliğe gömüldü. Cevabını oradaki herkesin gayet iyi bildiği ama, sonuçları üzerinde herhalde hiçbirinin yeterince düşünmediği bu soru hepsini şaşırtmıştı. Sorunun cevabını da sorandan bekleyen bakışlardaki şaşkınlığı, ilgi ve merakı fark eden Hoca, ağır ağır konuşmasını sürdürdü:
- Eğer sizi sömürdüğünü, zulüm ve haksızlık yaptığını iddia ettiğiniz Türkler buralara gelmeseydi; Oruç Reis’ler, Turgut Reis’ler, Barbaros’lar yetişmeseydi, Endülüs gibi bu topraklar da İspanyolların eline geçmiş olacaktı, öyle değil mi? Sizler de şimdi benimle Arapça konuşamayacak, adınız Müslüman adı, dininiz de İslam olmayacaktı. Yani adınızı da, dilinizi de, dininizi de o sizi sömürdüğünü iddia ettiğiniz Türklere borçlusunuz. Bunlar az şeyler midir?
Aradan birisi, çokbilmiş bir eda ile ve biraz da, bu açıklama karşısında sıkıştığını düşündüğü bakanının gözüne girmek istercesine hemen atıldı:
- Peki üstad, bizi sömürmediler mi?
- Azizim, o zaman Arapların Osmanlılar tarafından sömürülebilecek nesi vardı?
Petrolü mü, kıymetli madenleri mi, yoksa mümbit toprakları mı? Çevrenizdeki Osmanlı eserlerine bir bakın! Aldığı vergiden kat kat fazlasını, Osmanlı buralarda yatırım olarak bırakmış!
Bakanının hoşuna gidebilecek bir şeyler söyleme konusunda, kimseden geri kalmaya tahammül gösterememenin aceleciliği içinde bir başkası:
- Yaptıkları zulüm ve haksızlıklara ne diyeceksiniz üstad? diye ekledi,
- Zulüm, haksızlık ve cehalet ne yazık ki, insan oğlunun en bariz vasıflarıdır.
Bunun için pek öyle uzaklara da gitmeye gerek yok. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Keriminde, en yakın aile fertlerimizden, çoluk çocuğumuzdan bile düşmanca tutum ve davranışlar görebileceğimizi, bizi fitneye düşürebileceklerini, ama yine de onlara hoşgörüyle, müsamaha ile, hatalarını affederek yaklaşmamızı tavsiye ediyor. Sonra biz, Allah’a ve ahıret gününe inanan insanlarız. Biz birbirimizi bağışlamazsak, birbirimize müsamahalı ve hoşgörülü davranmazsak, yarın hesap gününde, Allah’ın huzurunda, Allah’tan bizi affetmesini nasıl talep edeceğiz. Rabbimiz bize “Peki sen benim için kimin kusurunu bağışladın?” diye sormaz mı? Geçmişte olup bitenleri, birbirimize yaptığımız zulüm, hata ve haksızlıkları büyütüp, bunları yeni düşmanlık ve zulümlere gerekçe kılmanın bize hiçbir gereği ve faydası yok. Bu tutum bizi güçlendirmez, zayıflatır; birleştirmez, parçalar. Ama bu olayları enine boyuna inceleyip elekten süzgeçten geçirmeli, olayların önünü sonunu araştırarak görünen yüzün gerisindeki gerçek ve görünmeyen sebepleri iyice araştırmalı, hata ve yanlışlardan dersler çıkarmalı, bir daha o yanlışlara düşmemenin, birlik ve beraberlik içinde, daha iri ve daha güçlü olmanın yollarını aramalıyız. Hem ben size bir şey daha söyleyeyim mi? Düşmanlığı, zulmü, haksızlığı, adaletsizliği hep uzaklarda ve dışarıda aramanın da bir alemi yok! Tarihe dönüp bir bakın! Türk’ün Türk’e, Arab’ın Arab’a yaptığını, belki de hiçbir yabancı onlara yapmamıştır. İşte, ölenlerin de öldürenlerin de hem Arap, hem de Müslüman olduğu, üstelik bu ümmetin en hayırlıları olan ashab-ı kiramın bile içine düşmekten kurtulamadığı büyük fitneler, işte Cemel ve Sıffin Savaşları, işte Kerbela Faciası ve daha niceleri…Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinden çoğunun, yine Türkler tarafından yıkıldığı da bir gerçek. Tarihteki olaylardan ibret almak, dostlukları pekiştirip geliştirmeye çalışmak, düşmanlıklara asla imkan ve fırsat tanımamak, başta Müslüman aydınlar, ilim ve fikir adamları, yetki ve sorumluluk sahipleri olmak üzere herkesin boynunun borcudur. Yoksa Allah korusun, başımıza çok daha büyük felaketler, bela ve musibetler gelebilir. Bizim için bu hem hayat memat meselesi, hem de en önemli dini vecibelerden biridir. Cenab-ı Allah bize, müminlerin ancak kardeş olduğunu, birbirlerine asla düşman olamayacaklarını bildirdikten sonra, Müslüman kardeşlerimiz arasındaki anlaşmazlıkları çözmemizi, onların aralarını bulup düzeltmemizi, birbirlerine haksızlık yapmalarına, saldırıda bulunmalarına engel olmamızı emrediyor.
Bugün Müslümanların içinde bulunduğu durumdan hiçbir Müslüman memnun değil. Öyleyse neden bu haldeler? Yoksa onlar bu duruma layık değildiler de, haşa Allah onlara haksızlık mı yaptı? Yahut onların düşmanları çok mu güçlü idi? Hiç birisi değil! Cenab-ı Hakk : “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi hali) değiştirmedikçe, Allah da onlara ihsan ettiği nimetini değiştirmez.” (Enfal Suresi; Ayet:53) buyuruyor. Allah Müslümanlara karşı çok cömert, çok lütufkar, çok merhametli, çok bağışlayıcıdır. Onlara dünya hayatında da ahıret hayatında da yardım, nusret, zafer, onur, şeref, ululuk, üstünlük, kazanç, sevinç, başarı, mutluluklar ve daha pek çok güzel şeyler vaat ediyor. Allah vaadinden dönmez, her şeye ve her dilediğini yapmaya da gücü yeter. Müslümanım demek bir iddiadır. Her iddia gibi bunun doğruluğunun da kesin ve gerçek delillerle, şahitlerle ispatlanması gerekir. Yoksa sadece kuru bir Müslümanlık iddiasının Allah katında değeri yoktur. Allah sınayıp denemeden ne bizi gerçek.
Müslüman olarak kabul eder, ne de has kullarına vaat ettiği nimetlere bizleri eriştirir. Müslüman, dininde imanında sadakatini önce tutum ve davranışlarıyla, yaşayışıyla ispat edecek, sonra da Allah’tan istediği şeylerin gerçekleşmesi için gereken gayret ve çabayı gösterecek ki, Allah’ın vaat ettiklerini beklemeye yüzü olsun. Hem Müslümanın Kur’an’daki özelliklerini taşımayacak, hem belli bir gayesi amacı ve o amaç uğrunda ciddi bir çabası olmayacak, hem hata üstüne hata, cürüm üstüne cürüm, günah üstüne günah işleyecek, sonra da ortaya çıkan türlü olumsuz sonuçlardan kendisini değil, başkalarını ve hatta Allah’ı sorumlu tutacak. Maalesef bugün Müslümanlık iddiasında bulunanların çoğunun ortak yanılgıları bu. Halbuki Rabbimiz bizi böyle bir yanlışlığa düşmeyelim diye açıkça uyarıyor: “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah yine de hatalarınızın bir çoğunu bağışlıyor.” (šura Suresi, Ayet:30) “Sana gelen her iyilik Allah’ın lütfudur ve sana gelen her fenalık da kendinden (yaptığının cezası)dir.” (Nisa Suresi, Ayet:79) buyuruyor. Demek ki, bizi bu duruma kendi gafletimiz, hatalarımız, kusurlarımız, yanlışlarımız, suçlarımız, cürüm ve kabahatlerimiz düşürdü. Hem de öyle ufak tefek değil, esaslı ve büyük hatalarımız. Sayısız imkan ve fırsatları, asırları ve çağları bize heba ettiren, Allah’ın nazarındaki değerimizi, kadrimizi kıymetimizi düşüren, bizi Onun sonsuz ve sınırsız lütuf ve kereminden, rahmet ve merhametinden mahrum bırakan hatalarımız.
Mustafa Atalar, Altınoluk Dergisi
2004 - Temmuz, Sayı: 221, Sayfa: 042