Meselâ bir Anadolu Müslümanı için, alışageldiği kalem misâli Osmanlı minarelerinden sonra, Bağdat’da Samarra Ulucamii’nin, Tunus’da Kayrevan Ulucamii’nin, Mali’de Djenne Ulucamii’nin, Sincan Uygur’da Emin ve Kırgızistan’da Burana minarelerini görmek çok ilginç bir tecrübedir. Ne şekliyle ne de tezyinatıyla birbirine benzeyen, farklı yerlere ve farklı dönemlere ait çeşit çeşit camiler, medreseler, sair resmî ve sivil mimarlık eserleri; İslâm mimarîsinde büyük bir zenginlik teşkil eder.
Dil ve ırk ayırt etmeksizin herkesi kucaklayan bir dinin temsilcilerinin böyle bir çeşitliliğe imza atmış olmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Ancak bu çeşitliliğin asıl kaynağı, insanın fıtratında var olan sanatçılık özelliğidir ve İslâm’ın sanata olan yaklaşımı da insan fıtratına uygundur. İnsan, insan olmanın gerektirdiği ortak özellikleri taşımakla bir birlik oluşturduğu gibi, fert olmanın bir gereği olarak da bu birlikten ayrılır, benzersiz bir kişilik oluşturur. Her insan aslında bağımsız, eşsiz ve özgün bir varlıktır. Onun kişiliği, tekrarı olmayan benzersiz bir yolculukla şekillenir ve diğer insanlardan farklılaşır. Dolayısıyla o, ortaya koyduğu eserleriyle de bu farkını göstermek eğilimindedir. Kendi eşsiz ruhunu ve kişiliğini eserine yansıtarak eserini de kendisi gibi eşsiz hale getirmek ister. İşte bu insanın sanatıdır. İlk insanla beraber başlayan sanat macerası, insanın içtimaî ve siyasî maceralarına da karışarak sayısız çeşitlilikte sanatçı, gelenek ve üslûp ortaya çıkarmıştır. Üslûplar, sanattaki kişiselleşmenin toplum ölçeğindeki yansımasıdırlar. Yakın geçmişe kadar sanat, geleneklerin ve toplumsal kuralların etkisinde şekillenen üslûplar çerçevesinde kendini göstermekteydi.
Ne ferdî sanatçılığın, ne de üslûpların hiç birisinin mutlak bir özgünlük taşımadığı, taşıyamayacağı malûmdur. Her sanatçı bir diğerinden etkilenir ve etkiler de. Her dönemin sanat eserlerinde, daha öncekilerin bir hissesi vardır. İnsanın üzerinde yaşadığı topraklar, göç ettiği alanlar, sanata ilişkin pek çok şeyi daha baştan belirler. Farklı kaynakları veya eski olanı ötekileştirmek ve kökten reddetmek, sanatı özgünleştirmez, kısırlaştırır. Dünyanın her yerinde sanat eserleri, içi içe geçmiş, birbirini etkileyip etkilenmiş kültür tarihleriyle bağlantılıdır. İnançlar, savaşlar, göçler ve sairlerin tarihi bilinmeden, sanat tarihi de okunamaz. Mimarîde ve tezyinatta görülen şekiller, anlam kökleri inançlara ve kültür etkileşimlerine uzanan birer göstergedir. Her toplum kendi şekil ve simgelerini yaratmıştır.
Türk sanatı; Endülüs’ten Hindistan’a kadar uzanan İslâm ortak paydasının içindeki çeşitlilikten sadece bir tanesidir. İslâm Mimarîsi eserlerini evrensel bir şablona sığdırmaya çalışmak gibi, sanat tarihinin akışı içinde katıksız bir Türk damgası aramak da yanlıştır. Ama buna rağmen Müslümanların sanat eserlerinin oluşturduğu bariz bir birlik vardır ve Türklerin de bunun içinde ayrı bir çizgileri. Meselâ tuğla yerine taş kullanımı İslâm mimarîsine Türkler eliyle girmiştir denilebilir. Yine de ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, İslâm sanat eserlerinin ortak özellikleri ortadadır. Arapça olarak indirilen Kuran’ın etkisiyle yayılan Arap elifbası ve hat sanatı, İslâm mimarîsine de damgasını vurmuştur. Tüm camilerin kıblesi aynı yere yönelir ve namaz ibadeti de her yerde aynı olduğu için mihrap, minber, minare gibi temel donatıları da ortaktır. Tezyinatta soyut bir anlatım tercih edilmiştir ve tasvir son derece kısıtlıdır. Ayrıca İslâm yapılarında ezici bir dil kullanılmamış olması, İslam’da ruhban sınıfı ve otoritesinin mevcut olmadığının bir göstergesidir. İslâm, insanları sanatlarında esasen özgür bırakır. Tezyinattaki tasvir kısıtlaması gibi bazı istisnalar da bu gerçeği değiştirmez. İslâm herhangi bir sanat tarzı vaaz etmez. Tıpkı Müslümanlar için belli bir giyim tarzını veya devletin yönetim biçimini vaaz etmediği gibi. Hayatın zamana ve zemine göre değişen bu gibi unsurlarını insanların tercihlerine bırakmıştır İslâm. Ve daha da önemlisi, farklı kültürlere karşı menfi bir önyargı da olmamıştır İslam’da. Bunun en bariz tespitini, İslâm sanatının ilk örneklerinin verildiği Emevîler dönemi üzerinden yapmak mümkündür. İslâm’ın fetihlerle hızla yayıldığı bu dönemde, aynı zamanda hızlı bir inşaat faaliyeti de başlamıştır ve Müslümanların farklı din ve kültürlere ait yapıları dönüştürmeleri, yabancı yapı ustalarına iş vermeleri ve bunlardan yepyeni ve özgün bir kimlik çıkarmış olmaları, onların müthiş bir özgüvene sahip olduklarıyla birlikte ne denli dışa açık bir toplum olduklarını da bize anlatır. Onlar bir takım kaynakları ‘öteki’ bir medeniyete ait görerek sanatta kendilerini kısıtlamamışlardır. Aksine onları kendilerine mal ederek aşmışlardır. Buna ilginç bir örnek, kiliseden dönüştürülen Şam Ümeyye Camii’dir. Osmanlı döneminde de Roma mirasına karşı aynı özgüven ve hoşgörünün sergilendiğinin en tipik örneği ise İstanbul Ayasofya Camii’dir. Hiç kuşku yok ki, sadece İslâm mimarîsi içinde değil aynı zamanda dünya mimarlık mirasında da çok özel bir yeri olan Osmanlı üslûbunun temellerinde Roma mimarîsinin önemli bir yeri vardır. Hem Emevî, hem de Osmanlı sanatı Roma’dan etkilenmiştir ama ikisi de hem Roma’dan hem de birbirinden çok farklıdır. Günümüz Anadolu Müslümanlarının aşina olduğu iki temel mimarî tarz vardır: Selçuklu ve Osmanlı. Selçuklu eserleri; her ne kadar, kullanılan daha ilkel teknik sebebiyle daha kalın duvarlı, küçük pencereli vs. özellikleriyle Osmanlı eserlerinden ayırt edilebilir olsalar da, iki dönem arasında yapı tekniğinin ötesinde kültürel farklar vardır. Selçuklu dönemi eserleri daha fazla İran ve Asya kültürü etkisindeyken, Osmanlı dönemi eserlerinde daha fazla Batı etkisi görülür. Zaten Osmanlı, daha beylikten itibaren yüzünü batıya dönmüş, kendi mimarî üslûbunu daha ziyade Batı’da fethettiği bölgelere taşıma gayreti içinde olmuştur. Nitekim bugün Balkanlar’daki Müslüman izleri tamamen Osmanlı izleridir. Arnavutluk’ta, Bosna Hersek’te, Bulgaristan’da, Makedonya’da, Yunanistan’da Anadolu ile mukayese edilebilecek ölçüde Osmanlı eseri vardır.
Diğer taraftan Selçuklu idaresi, Türk ve İslâm gelenekleri arasında bir denge kurmuş gibidir. Selçuklu sanatı ile Gazneliler’in, Karahanlılar’ın vb. sanatları ilginç bir şekilde örtüşür. Selçuklu eserleri, Anadolu’nun Asya ile olan bağlarını deşifre eder niteliktedir. Taç kapı, çifte minare, eyvan gibi mimarî unsurlar, çini bezemeler İslâm mimarîsine Türklerin eliyle girmiştir ve Anadolu’daki örneklerin kökeni de Asya’dır. Süslemelerde figürün hâlâ canlı oluşu, Budizm ve totemcilikten kalma geleneklerin hâlâ canlı oluşunun bir göstergesidir. Sekiz dilimli tekerlek, çarkıfelek, lotus çiçeği, çift başlı kartal, geyik vb. motifler gelişigüzel kullanılmış değillerdir ve kökleri Asya’ya uzanan sembolik anlamları havidirler. Han ve kervansaraylardaki güneş ve arslan figürleri ise İran kökenlidir. Ancak bu izler, sadece Selçukluların geçmişten getirdiği geleneklerin izleri değildir. Göçler aslında hiç kesilmemiştir. Özellikle 13. Yüzyıl’da Moğol istilalarından kaçarak Anadolu’ya sığınan Türklerin de bu izlerde önemli hissesi vardır. Budizm’e ait semboller, muhtemelen Uygurlar eliyle Anadolu’ya taşınmıştır. Konya şehir surlarında, Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin taç kapısında ve Divdiği Ulu Camii’nde görülen çift başlı kartal figürü, Niksar Çöreğibüyük Camii’nin taç kapısında görülen geyik figürü, Selçuklu’nun figürlü mimarîsinin tipik örneklerindendir. Özellikle Divriği Ulu Camii’nin, heykelsi yüksek kabartmalı çiçek bezemeleri eşsizdir.
Selçuklu’dan sonra Osmanlı, Asya ve İran etkilerinden arındırılmış bir dönem olarak okunabilir. Beylikler döneminde figürlü bezemeler yerini soyutlamalara bırakır. Osmanlı Klâsik Üslûbu, kubbeli yapıların gelişim sürecine kendince getirdiği yorum ile bir zirvedir ve Avrupa Rönesans Mimarîsi ile rekabet eder. Osmanlı, Selçuklu’nun kısa süre için de olsa gerçekleştirdiği Türk-İran-Arap birleşim ve uzlaşısını çok daha ileri götürerek Arabistan’dan Balkanlara ve Afrika’ya kadar pek çok bölgenin birleştiricisi ve küresel bir güç olmuştur.
Anadolu Müslümanlarının geliştirdikleri ve örnekleri bugün koruma altında olan tipik sivil mimarînin de göçebe Türklerden kalma izler taşıdığı, Çadır içindeki yerleşim düzeninin ve kullanım mantığının, yerleşik düzene geçince kalıcı mesken mimarîsine uyarlandığı, böylelikle Anadolu’da mevcut mesken geleneği ile göçebe geleneğinin sentezlendiğine dair ileri sürülmüş tezler vardır. Ancak bugün için tüm ayrıntılarıyla tahlilini yapamadığımız bir kaynaşma ve yorumlama süreci neticesinde gelişmiş bir Anadolu ev geleneği söz konusudur ve bu gibi köken araştırmaları her zaman tartışmaya açıktır.
Kaynak: Akademikperspektif.com